
KUANTUM EVREN VE ZAMAN
Ezelî Kader ve Hür İrade İlişkisi
Akademik Araştırma/İnceleme Makalesi
Konu: Ezelî kader/takdir ve hür irade ilişkisinin güncel bir çözümlemesi ve klasik ezelî ilim ve takdir görüşünün modern bilimsel bulgularla uyumluluğunun temelllendirilmesi, insan fiillerindeki ilahî takdirin mahiyet farkının ortaya koyularak yeni bir açılım ve güncel bir izah getirilmesi çabası.
BİRİNCİ BÖLÜM: YAZI TAKDİMİ VE ÖN BİLGİLENDİRMELER
Bu yazı kader meselesini bütünen izah ve ispat etmek için kaleme alınmış bir yazı değildir, hatta kader ve irade konusunun tüm detaylarını da içermez. Bu araştırma/inceleme yazısının maksadları ve inceleme konuları şöyledir:
1- Temel olarak, iradî fiillerin ezelî takdir ile olan ilişkisini ve iradî fiillerdeki mahiyet farkını ortaya koymak ve görünürdeki çelişkinin ve çözümlenmesi için, modern bilim yaklaşımları ve kuantum mekaniği bulgularından da yararlanarak, bu bilimsel bilgi birikimi ile uyumlu güncel bir izah geliştirilmesi ve bu çelişkinin çözümlenmesidir.
2- Ayrıca hür irade-ezelî takdir arasında görünen çelişkiye çözüm getirmek için öne sürülen “iradî fiillerle gerçekleşen, yaratılan hadiseler için herhangi bir kader veya takdir yoktur.” şeklindeki görüşleri usulen ve teknik anlamda uygun bulmamamızın gerekçelerini temellendirmek.
3- Bunun yerine alternatif ve daha uygun bir yaklaşım ve ifade tarzının nasıl olabileceğini inceleme altına almak ve
4- Ezelî kader/ilim/takdir ile alâkalı klasik İslâmî kaynaklardaki izahların, modern bilim ve kuantum fiziği bulguları ile uyumluluğunu göstermek,
5- Bununla birlikte, bu klasik kelâmî anlayışın hem mevcut izahlarının hem de dayanaklarının, güncel bilimsel bulgularla geliştirilmesine olan ihtiyacı ortaya koymak ve konuyla ilgili yeni bir açılım ve güncel bir izah getirilerek, bu yöndeki ilim üretim faaliyetine katkıda bulunmak.
Kader ve irade hakkında bütün yönleriyle detaylı sahibi olmak ve konunun zihinde tam mânasıyla halledilebilmesi için, aşağıdaki kaynak kitapların okunması mutlaka gereklidir. “Kader ve İradenin Hakikati” isimli kitap çalışmamızın sonundaki ek bölümler konunun tevhid hakikatiyle bir bütün olarak anlaşılmasına önemli bir katkıda bulunacaktır. Bununla beraber yaratıcının akademik ispatını yapan ve tevhid hakikatini en ileri düzeyde çözümleyen “Tabiat Risalesi Açılımları” kitap çalışmamızın da okunmasını tavsiye etmekteyiz. Çünkü kader meselesi kaynağını tevhid hakikatinden alan ve ancak tevhid hakikatiyle bütünsel olarak anlaşılabilecek bir meseledir.
Araştırma yazımızın (kitap çalışmalarımızdan yapılan bir kısım alıntılar dışında) çok büyük bir kısmı özgün ve yeni bir içerik olarak kaleme alınmıştır. Elbette bu yazı içeriği mükemmel ve eksiksiz değildir ama konu çok detaylı, elimden geldiği kadar ancak bu kadar oldu. “Bir şey bütün bütün elde edilmezse, tamamen de terk edilmez.” kaidesince bu konudaki ihtiyacı karşılayacak bir gayret ortaya koymaktan geri duramadım. Yine de bin sene önceki görüşleri sadece sayfalarca aktarmak veya onları temelsiz şekilde tenkid etmeye ve yeni bir şey söylememeye kıyasen, çok daha kayda değer ve özgün bir ilim üretim faaliyeti olduğu kanaatindeyim. Araştırma yazımız ve aşağıdaki iki kaynak kitap, bir bütün teşkil etmektedir. Üçü birlikte bir bütünsel bir resim ortaya çıkarır ümidindeyim. Allah niyet ve gayretimize göre muamele etsin inşallah.
1- Kader ve İradenin Hakikati (Kadere İman Esasının İspatı)
2- Tabiat Risalesi Açılımları: İlahî Teknolojinin Detaylarında Hayalî ve Zihinsel Bir Keşif Yolculuğu
Araştırma/inceleme yazımız altı ana bölümden oluşmaktadır.
Birinci Bölüm: Yazı Takdimi ve Ön Bilgilendirmeler
İkinci Bölüm: Her Şeyin Allah’ın Takdiriyle Olması Gerekliliğinin, Newton Mekaniği Şartlarında ve Modern Bilim Bulgularıyla Ortaya Koyulması
Üçüncü Bölüm: Kuantum Fiziği Şartlarında Eşyanın Varlık Sahasına Çıkışı ve Maddenin Mahiyeti
Dördüncü Bölüm: Zamanın Mahiyeti ve Ezelî İlim ve Takdirle Olan İlişkisi
Beşinci Bölüm: İradenin Mahiyeti
Altıncı Bölüm: İnsanın İradî Fiillerinin Ezelî İlimle ve Kader Programıyla Takdir ve Tayin Edilmesi Gerekliliğinin ve İradî Fiillerdeki Takdirin Mahiyet Farkının Çözümlenmesi
Yedinci Bölüm: Ezelî İlim ve Takdire ve Hür İradeyle Olan İlişkisine Yönelik Eleştirel Görüşlere Karşı İtirazlarımız
Sekizinci Bölüm: Kader İnancının ve İradî Fiilleri de Kapsayan Ezelî Takdir Anlayışının Hikmeti
Klasik eski İslâm âlimlerinin öne sürdüğü fikirlerde eski dönemde modern bilimin gelişmemiş olması sebebiyle (gayet anlaşılır bir nedenle) meseleye nispeten basit ve ibtidaî şekilde bakılıp, öyle ele alınmış olduğunu gördüm ancak bununla beraber yine aynı şekilde, günümüz ilahiyatçılarının ve akademisyenlerinin de oldukça basit ve yüzeysel ve modern bilim yaklaşımlarından çok fazla haberdar olmayan bir tarzda meseleleri ele aldıklarına şahid oldum ve şaşırdım. Genel olarak tablo şu: Ya bin sene önceki görüşleri aynen nakletmekle yetiniyorlar veya klasik/geleneksel diyerek eski anlayışları eleştirip kabul etmiyorlar ama kendileri de güncel ve sağlam gerekçelerle temellendirilmiş, yeni ve detaylı bir fikir sistematiği ortaya koymuyorlar. Modern bilim yaklaşımlarının detaylarına ve özellikle kuantum fiziği bulgularına aşina ve hâkim olunmamasından kaynaklı olarak, meselenin modern bilim yaklaşımlarından ayrı, basit ve yüzeysel bir temel üzerinde analiz edilmeye çalıştığını düşünüyorum. (Bunda elbette bir derece mazur sayılabilirler.) Kanaatimce muhtemelen böyle bir eksiklik ve bir problem var, bunu bir yönüyle tabii karşılamak lazım. Çünkü bir çözüm arayışıyla farklı fikirler öne sürülmüş fakat uygun düşmeyen yönleri tam fark edilmemiş. Bu fikirlerin ve klasik kelam anlayışının bir kıvamı, bir güncel çözümlemesi mahiyetinde ve modern bilimsel yaklaşımların ışığında meseleyi ele almaya çalışacağım.
Öncelikle şunu ortaya koyalım: Nasıl ki bir kartonun üzerinde, iki boyutlu bir dünyada yaşadıklarını farz ettiğimiz canlılar, üçüncü boyutun derinliğini anlayamazlar, idrak edemezler, tasavvur ve hayal hiç edemezler, akıllarına bir türlü sığdıramazlar. Aynen öyle de, biz de zaman ve mekâna bağımlı, üç boyutlu evrenin canlıları olarak, elbette zamana ve mekâna tâbi olmayan, zamansız ve maddî boyutu olmayan bir boyutta (gerçeklikte) var olan bir yaratıcının ilmini, yaratımını, kudretini ve onun ilahî takdir ve kaderinin hür irade ile nasıl bağdaştığını elbette gerçek mânada tasavvur edemeyiz ve aklımıza sığdıramayız. Çünkü bu boyutun dışına çıkamıyoruz. Nasıl ki, o iki boyutta yaşayan canlılar, iki boyutlu evrenlerinden dışarı çıkamıyorlar ve çıkamadıkları için, hiçbir zaman üçüncü boyutun derinliğini ve üç boyutlu bir evrenin şartlarını, kurallarını tasavvur edemeyecekler, anlayamayacaklar. Aynen biz de aynı şekilde tam olarak anlayamayacağız fakat bunu tam anlayamamak demek, bizim içinde yaşadığımız boyuta göre ve dışardan, yüzeysel bakışla görünen ve hür irade ile ezelî takdir/kader arasında var zannedilen çelişkinin çözümsüz olması veyahut o konunun mâkul bir izahının olmaması ya da akla uygun hale getirilemeyeceği manasına gelmez.
Allah’ın ezelî ilminin bizim bilmemizden farklı bir mahiyet arz ettiğini, dolayısıyla onun hadiselerin nasıl olacağını önceden bilerek yaratılışını takdir etmesi ve kader defterine kaydetmesi, bizim irademizle tercih etmemize mâni teşkil etmeyeceğini anlatmak gerekir. Yoksa bizim yaşadığımız ve zaman ve mekânla kayıtlı (bağlı, bağımlı) olduğumuz hayata göre zâhiren (dışardan, yüzeysel bakışla) görünen çelişki nedeniyle, “iradî fiiller için kader ve takdir yoktur!” demek ve o noktada kaderi ve takdiri reddetmek uygun bir usul olmasa gerek. Hani kaderle ilgili alan araştırmalarında, küçük bir çocuk sormuş ya, “Allah’ın bilmesi mi farklı?” diye, tam da doğru sormuş işte. Allah’ın bilmesinin bizim bilmemizden farklı mahiyette olduğunu anlatmak yerine, daha fazla ve başka problemleri netice verecek farklı yollara sapmak, bizce hiç uygun değildir. Bunu detaylı ve eksiksiz bir şekilde ve hiç olmadığı kadar özgün tespitlerle çözümleyeceğiz. Lütfen yazıyı eksiksiz olarak okumadan, bilinen şeyleri tekrarladığımı farz etmeyin, hata etmiş olursunuz.
Yazımızda birkaç yönden ve detaylı olarak çözümlediğimiz gibi, meselenin bir de hâdiselerin gerçekleşebilmesi ve yaratılabilmesi için “önceden” planının, programının, ezelî ilimde manevî kalıplarının hazırlanmış olması icap ettiği, yoksa başka türlü vücut bulmasının imkânı olmadığı yönü vardır. Her hâdisenin, gözümüz önünde yoktan yaratılmadığı, belli bir plan ve programla ve tasarlanmış olarak vücuda geldiği, hem modern bilimce hem de kuantum fiziğinin bulgularıyla sabittir. Yazımızda bunu detaylı olarak çözümleyeceğiz. Şimdi bir ön hazırlık yapıyoruz ve alt yapı inşa ediyoruz.
Eşya, hâdiseler gerçekleşmeden evvel, atom altı düzeyde kuantum mekaniğince süperpozisyon tabir edilen bir durumda âdeta yaratılmayı beklemektedir. Yani âdeta eşyanın ilmî ve manevî şablonları, planları, programları hazır fakat o şablonlardan hangisinin gerçek olacağı belli değildir. Eşyanın muhtemel ve belki sayısız yaratım alternatiflerinden bir tanesinin gerçekleşmesi; hâdiseye şahit olan kişinin o anda iradî tercihini ne yönde yaparsa, ona göre mevcut alternatif gerçekliklerden ve kader şablonlarından, manevî kalıp ve proje/krokilerden birinin raftan çıkartılıp, gerçek dünyada somut olarak yaratılmasıyla ve o ilmî ve manevî kalıbın maddî vücut bulmasıyla olur. Kuantum fiziğinin deney sonuçları, yaratım sürecinin bu şekilde işlediğini tamamen teyit eder ve geçici, değişebilir çok sayıda alternatif kader şablonlarının olduğunu gösterir. Bu yöndeki bulgular, İslâm kaynaklarında levh-i mahv ispat (yazar-bozar tahtası) ve nihaî ve değişmez kader defteri, levh-i mahfuz şeklinde ifade edilen anlatımlar ile son derece uyumluluk arz etmektedir. Hatta ezelî kader ve ezelî-ilahî ilim ile alâkalı İslâmî kaynaklardaki izahlar, modern bilim ve kuantum fiziği bulguları ile o kadar uyumludur ki, eski dönemde bu kavramları bu şekilde izah edebilmiş olmalarına ben gerçekten çok hayret ettim ve çok hayranlık duydum, ancak bu kadar iyi ifade edebilirlermiş. Tabii şimdi yeni dönemde, güncel bilimsel bulgularla destekli bir şekilde ve biraz daha gelişmiş surette, o klasik fakat değişmez ve hakikatli mânayı ifade etmek mümkün olsa gerektir. Bizim de çabamız o yönde olacak inşallah.
Eşyanın yaratımına modern bilim ve kuantum fiziğinin bulguları perspektifinden detaylı bir tasavvur ile bakıldığında, iradî fiillerle gerçekleşen, yaratılan hadiselerle herhangi bir kişinin cüz-i iradesinin karışmadığı hâdiselerin gerçekleşmesi, yaratılması arasında hiçbir fark olmadığı görünmektedir. Dolayısıyla “iradî fiillerle gerçekleşen, yaratılan hadiseler için herhangi bir kader veya takdir yoktur, sadece yaratıcının onayı ile yaratım vardır” demenin oldukça uygunsuz düşen, tebessüm etmeyi gerektiren bir görüş olduğu ifade edilebilir. Çünkü modern bilime ve tabiat kanunlarının işleyişine aşina olan insanlar, böyle bir ayrımın ne kadar gülünç ve asılsız düşeceğini gayet iyi bir şekilde takdir edeceklerdir. Bu ayrım, kader ve hür iradeyi bağdaştıramamak ve her ikisi arasında dışarıdan, yüzeysel bir bakışla bakıldığında görünen çelişkiyi başka türlü izah edememek ve açıklayamamaktan, yani çaresizlikten kaynaklanan bir durumdur. Halbuki böyle şeylere hiç gerek yoktur. Sanıldığının aksine, klasik İslâmî kader anlayışı, geleneksel diye küçük veya hafif görülebilmesine rağmen, modern bilimin ve kuantum fiziğinin bulgularıyla tamamen uyum arz etmektedir. Bunu yazının gelecek bölümlerinde temellendireceğiz.
Kanaatimizce yapılması gereken, bu klasik görüşün bilimsel bulgular ışığında güncel izahlarla geliştirilerek yeniden sunulması ve hür irade vurgusuna uygun şekilde yer verilerek, ezelî ilahî takdir anlayışında yanlış mânaya (cebir, kadercilik anlayışına) kapı açmaya imkân tanıyan ifadelerin detaylandırılarak düzenlenmesidir sadece. Biz de yazımızda bunu yapmaya çalıştık.
İKİNCİ BÖLÜM: HER ŞEYİN ALLAH’IN TAKDİRİYLE OLMASI GEREKLİLİĞİNİN, NEWTON MEKANİĞİ ŞARTLARINDA VE MODERN BİLİM BULGULARIYLA ORTAYA KOYULMASI
Not: Bu bölümde ifade ettiklerimizin tamamı, kuantum dünyası ve fiziğinin bulgularıyla da uyumludur.
Kader ve takdirin ilahî ilimden öte ölçü, program, plan boyutuyla ilgili önemli tespitlerimiz var. Eşyanın vücuda gelmesinin zihinlerdeki tasavvurunda muhtemelen bir sorun ve açık kalan, eksik noktalar var.
Çünkü kadere plan, ölçü dediğimizde eşyanın yaratılışını “önceden” ölçülü olarak planlanmış, programlanmış ve “daha sonra” (bize göre sonra-önce var) kudretle yaratılan bir şekilde tasavvur etmemiz gerekiyor.
Başka türlü vücuda gelmez, gelemez düzenlilik ve anlaşılabilirlik hikmeti sebebiyle. Anlık icadla değil, bizim anlayabilmemiz, işletim sistemlerini bulup keşfedip, ilahî ilim, kudret ve sanata hayret edebilmemiz ve o işleyiş mekanizmalarından ve tabiat kanunlarından yararlanarak teknoloji ve bilim üretebilmemiz için böyle olması gerekiyor. Kader bunun için var zaten. Önemli bir hikmeti yani.
Dolayısıyla zaman ve mekândan bağımsız bir yaratıcının eşyanın yaratılış plan ve programını ezelî ilminde ve kitabında belirleyip, uygulama şablonlarını ortaya koyması ve bize göre “zamanı gelince” yaratması gayet makul ve bunun hiçbir şekilde insan iradesini zorlayıcı bir tarafı yok.
Hatta ben zamana, mekâna bağlı olduğum halde bir robot yapsam, bilinçli ve hür iradeli bir android üretsem, o durumda bile bir cebirden (zorlamadan) söz edilemez. Nerede kaldı tüm zaman ve mekândan bağımsız olan ve hepsini olmuş bitmiş şekilde görüp, bilebilen bir yaratıcı. İşte orada elbette cebirle (iradenin mecbur kılınmasıyla) hiç ilişkisi olmaz. (Bu misali yazımızın diğer bir yerinde detaylandıracağız.)
Malum, ifrat da tefrid de iyi değil, insanın hür iradesini de, kader ve takdiri de inkâr etmek uygun değil. Kaderin insanı mecbur ettiği, iradesini ortadan kaldıracak şekilde takdir ettiği düşüncesine karşı çıkmak için ve insanın sorumluluğunu vurgulamak için “filanca olay kader ve takdir değil!” şeklindeki bazı tabirleri kısmen anlayışla karşılıyorum ama mahsurlu da buluyorum. Çünkü bu sefer de takdiri ortadan kaldırmış ve zaman ve mekândan münezzeh olan Allah’ı, zaman ve mekâna tabiymiş gibi adeta yanımıza getirip, ilahî fiilleri o şekilde tasavvur edip, ona göre anlama ve mâna verme hatasına düşülmüş oluyor. Teknik açıdan problem arz eden başka yönleri de var meselenin.
Basitçe ifade etmeye çalışacak olursak, kader ve takdir meselesinde, söz konusu olan sadece ilahî bir ilmin, ezelde neyin nasıl olacağını bilmesi nedeniyle kadere, levh-i mahfuz’a yazmış olması değildir. Kader veya takdir ile ifade edilen kavramın, sadece ilimle değil, irade ve kudret ile de ilişkisi vardır. Yani eşyanın vücuda gelmesi, bir program ve plana ihtiyaç duyar. Kader ve takdir, eşya oluşumunun ölçü ve planlarının belirlenmesi, tasarım şablonlarıyla, hassas planlarla yokluktan varlık sahasına çıkması mânasını da içine alır. Hatta o mânadadır. Bu konudaki ayet ve hadisler bunu teyid eder. (Şunu demek istiyoruz, bu meselenin esası bir şeyin “önceden” nasıl olacağını bilip de bir kitaba yazmak değil, eşyanın bir plan, şablon, ölçü, tasarım ile yaratılma ihtiyacıdır.) Eşyanın vücuda gelebilmesi için, bizim kısıtlı bakış açımız ve hatalı tabirimiz ile “önceden” bir program ve planın mevcudiyeti gerekir. Ancak zamana ve mekâna tabi olmayan, hepsini bir anda, beraber kuşatabilen ilahî bir ilme göre “öncelik- sonralık”dan bahis zaten anlamsızdır. Yukarıdan tüm zaman ve mekânları gören, kapsayan bir bakış olarak tasvir edilen ezelde, kader programına göre eşyanın planlarının, şablonlarının ilmen yaratılmış olması gayet imkân dahilinde, hem de öyle olması lüzumlu bir meseledir.
Eşya, içinde bulunduğumuz dünyada her an yoktan yaratılmayacağı için de, işin işine tabiat (adetullah) kanunları, ilahî kudret ve irade girecektir ve bu kader şablonu üstünde işleyecektir. Bir mimarın, bir binayı inşa etmeden önce, yani binanın maddî vücudu olmadan önce, binanın manevî vücudu niteliğindeki bir plan, bir krokiyi zihninde ve kağıt üstünde yapması gibi. Burada fark şu: Söz konusu ilahî bir ilim olduğu ve zaman ve mekâna tâbi olmadığı için, “ezelde takdir edilmiş, yazılmış” ifadeleri, herhangi bir şekilde cebriye (iradenin mecbur edilmesi) düşüncesine geçit vermez, hür irade ve serbest tercihle bir çatışma arz etmez.
Kader mânasında da kullanılan takdir kavramı, eşya üzerinde meydana gelecek hadiselerin ölçü ve miktarlarının tayin edilmesi, belirlenmesi mânasında kullanılan bir kavramdır. Diğer bir ifadesiyle her şeyin var edilmeden önce bütün planlarının, modellerinin, işleyiş şekillerinin ve tasarımının görsel ölçülerinin bilgisinin, belirlenip yazılmış olmasıdır. Kader ve iradeyi iç içe iki daire olarak tasavvur ettiğimizde, insanın irade sahasına giren, hür iradesi ile yön verebileceği hâdiselerin ve “insanın tercihine göre şekillenen ve değişebilen alternatif kader şablonlarının mevcut olduğu” alanı küçük daire; gerçekleşecek tüm hâdiselerin ve meydana gelecek bütün eşyanın en nihaî ve değişmez hallerinin “önceden” bilinerek takdir edildiği, yazılı bulunduğu ve kayıt altında tutulduğu büyük kader defterini ve ilahî programı ise büyük daire olarak düşünebiliriz. Bu ikisinin arasında kalan alanda insanın iradesinin işin içine dâhil ol(a)madığı ve bir çeşit “mecburî kader dairesi” olarak da düşünebileceğimiz bir saha vardır. Hangi memlekette ve ne zaman doğacağımız, biyolojik özelliklerimizin nasıl olacağı, ne zaman öleceğimiz gibi.
Aslında her şey kader iledir ve Allah’ın takdiriyledir. Onun haricinde vücuda gelmeleri mümkün olmaz. Eşyanın zihinde tasarlanan özel şekli ve belirlenmiş miktarı, yapılacak eşyanın manevî kalıbı gibidir. Eşyayı yapanın zihninde bilgi olarak mevcut olan, fakat hariçte görünmeyen, yapıldığı zaman ortaya çıkan soyut kalıp yani ilmî vücudu olan manevî kalıp, diğer bir deyişle ilmî kalıp yani bilgiye dayalı kalıp üzerinde eşyayı oluşturacak maddeler işlenir ve vücuda getirilir. İşte ilahî kudretin inşa suretiyle yaratımı da böyledir, bu şekilde işler. Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle belirlediği bir plan, program ve model olan ve eşyanın manevî kalıbı mahiyetindeki kader cetveli üzerinde, kudret kalemiyle, zerreler mürekkebiyle kâinat kitabını her vakit gözümüz önünde kolayca, süratle, sanatlı, intizamlı ve hikmetli olarak yazar. Allah tarafından yaratılacak eşyanın bütün planları, işleyiş şekilleri ve tasarımının görsel ölçülerinin bilgisi, kendi ilminde manen mevcut bulunur. Bu durumda eşya maddî olarak vücuda gelmeden önce, âdeta manevî bir vücudu hükmünde, ilmî bir varlığa ve manevî kalıplara sahip olmuş olur. Madde parçacıkları o manevî kalıbın belirlenmiş sınırlarına yerleştirilir, o sınırların dışına taşmalarına müsaade edilmez. Böylece düzenli işleyiş ve şekillerini koruyabilmeleri mümkün hale gelir. Nasıl ki bir mimarın eserinin maddî olarak vücuda gelmesinden önce, o eserin plan ve proje çizimi ve hatta zihnindeki tasarımı, o mimarî eserin manevî ve ilmî bir varlığı gibidir. Aynen öyle de eşyanın gerek maddî şekli, gerekse hayatı müddetince geçirdiği hâller ve değiştirdiği tavırlar, içine girdiği vaziyetler ve şekiller, ilahî ilmin belirlemesi ve iradenin tercih etmesi olmadan ortaya çıkamaz ve kararlı, düzenli bir şekilde işleyemezler.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KUANTUM FİZİĞİ ŞARTLARINDA EŞYANIN VARLIK SAHASINA ÇIKIŞI VE MADDENİN MAHİYETİ
Kuantum fiziğinde “çift yarık deneyi” bulguları ve “süperpozisyon” kavramları, bize âdeta sonsuz ihtimal ve imkanların mevcut olduğunu fakat tercihimize ve hâdiselere şahitliğimize göre vaziyet aldığını gösteriyor ve bildiriyor. Sonsuz imkânların varlığıyla kaderin programını ve ancak gözlemcinin varlığı ve şahitliğiyle süperpozisyon durumundan kurtulup maddî varlık sahasına çıkabilmesi ile de hür iradenin varlığını gösteriyor.
Kuantum mekaniği bulgularına göre bir hâdisenin gerçekleşebilmesi için sadece işletim mekanizmalarının ve tabiat kanunlarının mevcudiyeti yeterli değildir, eşyanın süper pozisyon durumundan somut, kararlı ve belli bir alternatif durumda ortaya çıkması için gözlemcinin şahitliği gerekmektedir. Bu ise eşyanın çok sayıda, belki sonsuz sayıda var olma alternatifleri içerisinde belli bir somut kararlı durumda var olması için, ilahî ilmin eşyanın manevi kalıplarını maddî kalıplara yani ilmî ve manevi vücuttan, maddî varlığa çıkartması gerekmektedir. Bu gereklilik, bütün eşya yaratımını, tüm eşyayı, iradî veya iradî olmayan bütün insan fiillerini kapsar.
Yani klasik ezelî kader-takdir anlayışı yani her şeyin istisnasız olarak nasıl olacağının ezelde takdir edilmiş (planının kararlaştırılmış) olması, atom altı dünyanın kurallarıyla ve eşyanın ve hâdiselerin bizim gördüğümüz maddî alemde somut ve kararlı biçimde gerçekleşmesi konusundaki güncel bilimsel bulgularla son derece uyumlu bir mânayı ifade ediyor. Yani eşyanın yaratılabilmesi için, ezelî bir ilimle, maddenin kararsız ve sonsuz alternatif durumlarından kurtulması ve hangi alternatif, kararlı ve somut pozisyonunda vücut bulacağının bilinmesi ve ona göre yaratılması gerekmektedir.
Tüm eşyanın ve yaratılacak her şeyin nasıl olacaksa ona göre takdir ve tayin edilmiş olması gerekiyor, aksi takdirde sürekli süper pozisyon halinde kalan ve asla kararlı ve somut bir şekilde varlık sahasına çıkamayan bir kâinatla karşı karşıya kalmış olacağımızı kuantum fiziği bizlere haber veriyor.
İradî bir tercih yapıldığında, fiilin yaratılması için ilahî bir takdirin mevcudiyeti, iki ayrı noktadan gerekmektedir. Birisi yazımızın ikinci bölümünde çözümlediğimiz ve Newton mekaniği şartlarındaki vücuda gelecek her şeyin manevî bir kalıp ve plana sahip olması gerekliliğidir. (Kalıp olmadan üretim olmaz.) Diğeri ise bu bölümde ele aldığımız Kuantum Evren ve atom altı dünyanın şartlarında eşyanın kararsız olan süper pozisyonundan çıkması için, gözlemcinin şahitliğinin ve hangi alternatif, kararlı ve somut pozisyonunda vücut bulacağının bilinmesi ve ona göre yaratılması gerekliliğidir. Ancak bu takdirin “fiziksel yaratımın ön şartı olan manevî kalıplar ve kararsız halden kurtulmak için” olduğu yani fiziksel boyuta dair olduğu, “tercihin ne olacağının zorunlu bir şekilde tayinine ait olmadığı” bilinmelidir.
Ezelde takdir edilme kavramı, bizim içinde bulunduğumuz zaman ve mekân algımıza göre yanlış mana verildiği gibi “önceden değiştirilemeyecek mecburî bir belirleme” anlamına gelmez, “olacak olanın bilinip programının hazır hale getirilmesi” anlamındadır. Bu da zaman üstü ve zamansız bir boyutta gerçekleştirildiğinden iradenin serbestçe tesirine teması yoktur.
Kâinatın bir saat gibi kendi kendine işlediği düşünülen mekanik evren modelinden (Newton mekaniğinden) Kuantum Evren modeline (Kuantum mekaniğine) geçişin, ilahî yaratım ve iradenin işleyişiyle ne gibi bir ilgisi vardır? Bunu anlayabilmemiz için, kuantum fiziğinin, maddenin yapısı ve işleyişiyle ilgili olan temel yaklaşımı hakkında bilgi sahibi olmamız gerekiyor. İzlemenizi tavsiye edeceğimiz üç kısa videoyla kuantum dünyasında çıkacağınız zihinsel yolculuk bize bunu sağlayacak. Bu videoları elbette ciddî bir dikkatle ve anlamaya çalışarak izleyin mutlaka ama eğer anlamadığınız yerler olursa ve anlamakta zorlanırsanız hiç merak etmeyin, biz burada kuantum fiziği hakkındaki bulguların “bizim için ne anlam ifade ettiği ve yaşadığımız dünyanın şeklini nasıl değiştirdikleri” hakkındaki tespitlerimizi rahatça anlaşılır bir şekilde paylaşacağız. “Kuantum Evren”in gizemli dünyasındaki yolculuğunuza önce bu videoları izleyerek başlamanızı tavsiye ediyoruz. Eğer konuya âşina olduğunuzu düşünüyorsanız, doğrudan aşağıdaki çözümleme metnini okuyabilirsiniz elbette.
1- İlk videoda Kuantum Mekaniğinin maddenin atom altı dünyada nasıl davrandığını ve ne şekilde işlediğini anlamamızı sağlayan temel yaklaşımı ele alınıyor. Kuantum fiziğinde “Çift Yarık Deneyi” veya “Young Deneyi” diye bilinen çok temel bir deney vardır. Bu deneyin bulgularını anlamak demek, kuantum dünyasının nasıl şekillendiği hakkındaki temel yaklaşıma sahip olmak anlamına gelmektedir. İlk videoyu internette “Dr. Quantum – Çift Yarık Deneyi” ismiyle bulabilirsiniz. (5 dk.) Video Adresi: https://youtu.be/hlwm-vwYh0s
2- İkinci video, Kuantum Mekaniğinin temel kavramlarından “Dolanıklık” hakkındadır. Dolanıklık kavramı, yaratılan tüm eşyanın birbiriyle irtibatlı ve birbirine bağlı olduğu ve en küçük atom altı düzeyde, her şeyin aslında tek ve bir olduğu, tek bir hakikatın ifadesi olduğunu anlatır. Videoda geçen şu ifadelere özellikle dikkatinizi çekmek isteriz: “Bilim ve felsefenin ulaştığı en derin hakikat temel Birlik ilkesidir. En derin çekirdek altı düzeyinde sen ve ben tam anlamıyla biriz. Büyük patlama anında her şey dolanık olduğuna göre, demek ki her şey hala birbirine dokunuyor. Uzay yapısı sadece ayrı nesneler yanılsamasını sağlar.” İkinci videoyu internette “Dolanıklık Video” olarak aratarak bulabilirsiniz. (2 dk. 23 sn.) Video Adresi: https://youtu.be/OW5FLwIOTAk
3- Üçüncü video ise, iki dakikada kuantum dünyasını anlatıyor ve burada olup bitenlerin yaşadığımız dünya için ne anlam ifade ettiğini sorguluyor. Üçüncü videoyu internette “İki Dakikada Kuantum Dünyası” ismiyle bulabilirsiniz. (2 dk.) Video Adresi: https://youtu.be/dXMWueDG7jE
Şimdi tavsiye ettiğimiz videolarda detaylarıyla açıklanan ve yukarıda kısaca bahsettiğimiz kavramlardan ne anlamamız ve ne sonuç çıkarmamız gerektiğini ele alacağız.
Kuantum fiziği bize yeni bir şey söylüyor: Gayet kararlı, sabit, gözlemlenebilir ve belirlenebilir görünen maddenin, aslında atom altı dünyada hiç de öyle olmadığını ve çok daha farklı davrandığını söylüyor. Hem de maddenin gerçekten de böyle davrandığını gerek gözlemlenebilir deneylerle, gerek matematik formüllerle tespit ediyor, gerekliliğini gösteriyor. Yani sadece teori değil. Kuramsal düzeyde kalmıyor. Atom üstü dünyada “Newton Mekaniği”nin işlediği gibi, atom altı dünyada da “Kuantum Mekaniği” işliyor. Bir bilim kurgu değil yani evrim teorisi gibi. Madde belli bir anda, belirli bir yerde bulunan sabit ve somut bir parçacık gibi hareket etmiyor. Aslında hem parçacık, hem dalga gibi davranıyor. Peki bu ne demektir?
Atom altı maddenin potansiyel hareketi o kadar karmaşık ve belirsizdir ki, gerçekte böyle kararsız yapıya sahip bir şey, hiçbir zaman düzenli ve kararlı bir yapı ortaya koyamamalıdır. Fakat her nasılsa öyle olmuyor. Etrafınızdaki eşyaya ve kendi vücudunuza bir bakın. Bir anda dağılmıyor. Neden? Bir anda atomları, elektronları dağılıp vücutsuz, şekilsiz bir hale gelmiyor. Aldığı vaziyeti tam bir kararlılıkla koruyor. Hem siz, hem etrafınızdaki eşya hem de şu anda okuduğunuz kitap yerinde duruyor! Acaba bu nasıl oluyor? Çok ilginçtir ki, mikro âlemdeki parçacıkların bir araya gelmesinden oluşan makro âlem, yani görünen dünyamız, hiç de kuantum dünyasının karmaşıklığından etkilenmiş gibi bir durum göstermiyor.
Büyük ölçeklerde geçerli olan ve gözlemci olan bizlere kendini gösteren bu yapısal ve sarsılmayan kararlılık, kendini sürekli olarak tekrar ediyor ve her nedense bir türlü bozulmuyor ve istikrarlı bir şekilde devam ediyor! Çıplak gözle gördüğünüz dünyada, bir basket sahasındaki basket topu, sahanın içinde belli bir zamanda, sadece bir tek yerde görünür. Fakat kuantum mekaniği bize gördüğümüzün tam tersinin doğru olduğunu söylüyor! Basket topunun elektronlarının sahanın herhangi bir yerinde, çok sayıdaki ihtimallerle potansiyel olarak her yerde aynı anda bulunabilirliğini ve hatta bulunuyor gibi hareket ettiğini haber veriyor. Sadece bunu söylemiyor bize. Her şeyin atom altı düzeyde basitçe bir ve tek olduğunu ve her şeyin her şeyle bağlı olduğunu, dolanıklık kavramıyla ifade ediyor. Daha da şaşırtıcısı, gözlemci olarak içinde bulunduğumuz bu dünyaya baktığımız anda, sonsuz sayıdaki potansiyel durumların tümünün çöktüğünü, yani birdenbire ortadan kaybolarak, bizim gerçeğimiz olan ve bize özel olarak yaratılan tek bir durumun oluştuğunu haber veriyor.
İrademiz ve gözlemimizle olayın içine dâhil olmadığımız bir anda ise, dış dünyanın tüm potansiyel durumlarının ve alternatif kader şablonlarının, basket topunun sahanın her yerinde bulunmasına benzer tarzda ve “Süper Pozisyon” diye tabir edilen bir durumda beklediğini söylüyor.
Çok enteresan bir durum bu. Kâinat ve içindeki madde âdeta duruyor ve sizi bekliyor. Sizin o olaya iradenizle ve varlığınızla katılmanızı bekliyor ve siz katıldığınız anda size özel bir kader şablonu çıkıyor, o anda siz neyi tercih etmişseniz ona uygun bir kader şablonu (hazır zaten) getiriliyor, koyuluyor ve yaratılıyor. Yani asansörde hangi katın düğmesine basarsanız, o kata gitmeniz gibi.
Sonuç olarak, kuantum mekaniğinin bu bilimsel bulguları ışığında kanaatimiz odur ki: Eşyanın atom altı dünyadaki karmaşasından çıkıp, içinde bulunduğumuz kararlı ve istikrarlı madde yapısını kazanması ve varlık sahasına çıkartılması, ilahî ilmin ve ezelî takdirin inşa edip işlettiği kader programıyla mümkün olmaktadır. Bunun herhangi bir şekilde istisnasının olması, mümkün görünmemektedir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ZAMANIN MAHİYETİ VE EZELÎ İLİM VE TAKDİRLE OLAN İLİŞKİSİ
Albert Einstein’a atfedilen ünlü söz şöyledir: “Zaman saatin gösterdiği şeydir.” Bu sözle Einstein evrende fizikî bir varlık ve gerçeklik olarak ‘zaman’ diye bir şey olmadığını, zamanın sadece soyut bir ölçü birimi olduğunu ve zaman algısının da gözlemciye göre değiştiğini anlatmak istiyordu.
Dark isimli bilim kurgu dizisinde ise zaman bir kapalı kutu gibi tasvir ediliyordu. Yani tüm hâdiselerin nihaî hâl ve ne şekilde gerçekleşeceği belli ve değişmez bir döngü olarak kurgulanıyordu. Bunun gerçekten de böyle olduğuna dair elimizde ciddî bilgilere sahibiz. Fakat bunun ilahî katta böyle göründüğünü söylemek uygun olur. Çünkü bizim şartlarımıza, bizim içinde bulunduğumuz, zaman ve mekâna bağımlı olan boyutumuza ve algılamamıza göre olaylar degişkendir. Fakat işin hakikatinde, Dark dizisinde olduğu gibi, neyi değiştirsek de, farkında olmadan o zaman döngüsünün belirlenmiş ve değişmez ve belli olan çizgisinin içinde kalacağız ve dışına çıkmamız hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Yani ezelî takdir ve kader için ifade edilen “Kader kalemi yazdı, mürekkep kurudu, iş bitti.” ifadesi ve hâdiselerin nihaî akıbetinin zamansız bir boyut ve gerçeklik noktasında belli ve değişmez nitelik arz ettiği, anlaması zor da olsa bir hakikattir. Şimdi bu derin ve idrak etmesi zor olan meseleyi gelin temellendirelim. Zamanın mahiyetinin işin aslında ne kadar basit ve net bir temel sebeple açıklanabilir olduğunu görmek, sizi şaşırtabilir.
Şunu hemen söyleyelim: Zaman maddenin hareketiyle ortaya çıkan bir kavramdır, farazî bir şeydir. Yani var kabul edilen, somut varlığı olmayan, sadece soyut bir ölçü birimidir. Maddî olmayan, tegayyur etmeyen (değişip, dönüşmeyen, hareket etmeyen) bir yaratıcı için zaman kavramı söz konusu olamaz. Onun için zamansızlık söz konusudur veya tüm zamanları birden görür ve bilir denilebilir.
Önemli Bir İlave Not: Zamanın mahiyetiyle ilgili bu bölümü düşünerek, dikkat ederek ve anlayarak okuyan, zaman yolculuğunun (bu dünya şartlarında ve zaman ve mekânın dışına çıkabilen ilahi bir kudret olmaksızın) neden mümkün olamayacağını da anlar. Ayrıca zamanın gerçek mânada bir boyut olmadığını ve olamayacağını ve sadece tarif ve tanım için mecaz anlamda dördüncü boyut ifadesinin kullanıldığını da idrak eder. Aynı şekilde bast-ı zaman, tayy-ı mekan vs. gibi zamanda yolculuğun İslâmi delilleri olarak gösterilen hadiselerin ve izafiyet teorisinde bahsi geçen meselelerin bir zaman yolculuğu niteliğinde olmadığını da fark eder. Miraç ise tamamen başka bir meseledir.
Zaten bu “zamanda ileri veya geri gitmek” tabirinde sorun var. Zamanı ve akışını, fiziksel olarak maddî bir varlığı olan bir şey olarak tasavvur etmek hatalı bir yaklaşımdır kanaatimizce. Çünkü zaman dediğimiz şey fiziksel üç boyut gibi, haricî ve maddî bir varlığı olan bir dördüncü boyut değildir. Aynen maddî varlığı olmayan fakat anlamayı, ölçmeyi ve tarif etmeyi kolaylaştırmak için var kabul edilen meridyen çizgileri gibidir. Yani “maddenin hareketinin bir rengi” diye tabir edilen zaman, eşyanın bir yerden bir yere hareketiyle anlam kazanan ve tabir edilebilen bir kavramdır sadece.
Zamanın akışında maddenin hareketiyle meydana gelen olaylar zinciri esastır. Dolayısıyla zamanı bu fiziksel birliktelikten ayrı ve bağımsız tasavvur etmek ve zamana ayrı, maddî, harici bir vücud verip öyle tasavvur etmek, yani zamanı zamanın dışına çıkarıp, ondan sonra da kendimizi de onun dışına çıkarıp “bir yerinden başka bir yerine” (halbuki yok ki öyle bir yer!!!) seyahat edebileceğimizi hayal etmek, yalnızca hayalî ve zannî bir yaklaşımdır. Maddî bir gerçekliğin ifadesi olamaz.
Nasıl ki, tabiatta bir takım kanunlaşmış işleyişler var, fakat bu kanunlar var diye eşyalar öyle hareket etmiyor. O tabiat kanunlarının maddî bir vücudu yok. İtibarî ve vehmî emirler, yani gerçekte olmadığı hâlde varsayılan kavramlardır. (İtibarî emirler, dış dünyada somut varlığı olmayıp, soyut varlıkları bulunan ve var oldukları düşünülen, varlıkları zıtlarıyla veya başka şeylere nispet edilmesi ile bilinen ve ortaya çıkan işler ve oluşlardır.) Dünya etrafında oldukları var sayılan meridyen çizgileri gibi veyahut yukarı-aşağı, sağ-sol gibi birbirine göre konum alan göreceli (izafî) bir mahiyeti olan soyut hakikatlardır. Hayalî meridyen çizgileri gibi, işleyişi anlamamıza yardımcı olmak için, eşyanın hareketinin intizamlı olarak hareket etmesinin ve rastgele ve tesadüfî davranmamasının, yani bir iradeyle çalıştırılmalarının bir ifadesi ve tercümanıdır tabiattaki kanunlar. Nasıl ki, bir hâkim karar verir ve karar uygulanır. Ve verilen kararın maddî bir vücudu yoktur, kendi başına uygulama gücü de yoktur, hâkim olmasa idi, kendi kendini karara da bağlayamayacaktı! O karar, sadece hâkimin iradesinin bir ifade şeklidir, yapılmasını istediği şeylerin ortaya çıkış tarzıdır. Karar, ancak bir “hüküm”dür, “hüküm koyucu hâkim” olamaz. Aynen böyle de, tabiattaki düzenli işleyişe verilen süslü isimler olan tabiat kanunları, eşyanın meçhul olan mahiyetini izah etmez ve edemez. Çünkü adı üstünde sadece bir kanundur, kanun koyucu olamaz, kudret olamaz.
İşte zaman da aynen böyledir, tabiat kanunlarının maddî bir gerçeklik olarak tasavvur edilmesi ne kadar yanlış ve hatalı bir yaklaşımsa, zaman ve akışını maddenin hareketinden bağımsız olarak ve maddî ve fiziksel bir gerçekliği olan bir şey olarak tasavvur etmek ve ona göre zamanda yolculuk kurguları yapmak da aynı şekilde hatalıdır diye düşünüyoruz.
Zaman ve madde kayıtlarının dışına çıkabilmek ve onlara tâbi olmak mecburiyetinde olmamak, ancak madde cinsinden olmayan bir varlık olmamak ile mümkün olabilir. Halbuki biz sürekli olarak maddî bir varlık olduğumuzdan, nasıl madde ve zaman kayıtlarının dışına çıkabiliriz? Dediğimiz gibi, karıştırılan bir konu olan mekân değişikliği veya zamanın genişlenmesi, yavaş akması vs. gibi şeyler zaman yolculuğu diye tasavvur edilen hadiseden başka şeylerdir ve zaman yolculuğu da değildir, zaman yolculuğunun delilleri de değillerdir. Böyle düşünmek de hatalı bir yaklaşımdır.
Netice olarak zihninizde daha da netleşmesi için size şunu da söyleyeceğiz: Zaman, maddenin hareketinin hangi aşamada olduğunu ifade eden bir kavramdan başka bir şey değildir. Yani bir madde bir dakika önce A noktasındaydı, bir dakika sonra da B noktasında dediğimiz zaman, bir dakika öncesini ve sonrasını ayrı ayrı yerler olarak tasavvur etmek tamamen hatalı bir iştir. Bir dakika öncesinden kasıt, o hareketinin A noktasındaki aşamasıdır; aynı şekilde bir dakika sonrasından kastedilen de, madde hareketinin B noktasındaki aşamasıdır. Zamanda hareket edilmez, ileri veya geri gidilmez, maddenin hareketinin hangi aşamasında olduğunu veya o madde hareketinin hangi aşamasını tarif ettimiz, kastettiğimiz zaman kavramı ile ifade edilir. İşte hepsi bu kadar. Dolayısıyla tam da bu nedenle, zamana ve mekan algısına bağımlı kalınarak, ezelî takdir ve kader hakkında yaptığımız tüm fikir yürütmeler ve çıkarımlar temelden sakattır ve tamamen hatalı sonuç verir. İşte size bunun bir örneği:
“Takdir cebri (zorlamayı) gerektirir, sonuç verir” ifadesi hakkında kısa itirazımız: Takdirden ne anlaşıldığıyla ilgili bu aslında. İnsanın ne yapacağına ve iradî fiilleriyle ilgili hadiselerde başına neler geleceğine karar verip “önceden zorunlu kalınacak tarzda belirlemek” anlamında anlaşılırsa tabi yanlış olur ama bu şekilde anlamıyoruz ki! Klasik kelâmî anlayış da öyle anlayıp ifade etmiyor zaten. Kendisi için zamansızlık söz konusu olan yani onun için önce, sonra, dün, bugün olmayan bir yaratıcının takdir etmesi nasıl cebir (zorlama) olur?! Benzer sözleri ifade edenlerin Allah iyiliğini verir inşallah… Biraz bilim kurgu film ve dizileri izlemelerini tavsiye edebiliriz bu tür cümleler kuranlara. Dark dizisi olabilir mesela. “Takdir cebri gerektirir, sonuç verir” diyebilmek için yaratıcının bizimle aynı madde boyutunda olduğunun ve zamana tâbi olduğunun kabulü gereklidir. Halbuki zaman dediğimiz şey, maddî eşyanın hareketi ve dönüşümü ile ortaya çıkan bir kavramdır. Yani madde ve maddî hareket, tahavvül (değişim, dönüşüm, hareket) olmadan zaman da olmaz. Yaratıcı maddeden münezzeh olduğu ve maddî bir varlık olmadığı için, onun için hareket, dönüşüm de söz konusu olmaz. Bunun tabii neticesi olarak da, yaratıcı için herhangi bir şekilde (bizim algıladığımız anlamda) bir zaman kavramı da ortaya çıkamaz, öyle bir şey bahis konusu olamaz. Yaratıcı için tüm zamanlar bir ve beraberdir ve onun katından ve onun tarafından “her şey olmuş, bitmiş” olarak görünür. Dolayısıyla “önceden takdir etmiş” ifadesi tamamen yanıltıcıdır ve bizim zaman ve mekân algımıza göre kurulmuş bir cümledir. Hakikati yoktur, mecaz bir tabirdir. Başka türlü tabir ve ifade etmek zor olduğu için o şekilde söylenmiştir. Bu cümlenin bir hakikatinin olmaması ve mecaz olması da, “takdir cebiri sonuç verir” cümlesinin asılsızlığını sonuç verir.
Risale-i Nur’un Kader Risalesi’ndeki şu sözler çok hakikatlidir: Kader nasıl olacak öyle taalluk ediyor. (Yani nasıl olacaksa ezeli ilim öyle, ona göre biliyor) Ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.”
Eşyanın yaratımı, zamansızlığın söz konusu olduğu bir ilimle ve kader programıyla olur, bu konuda iradî fiil istisna değildir. Aksini yapmanın mümkün olamayacağı bir takdir söz konusu değildir, çünkü bizim ezelî ilimle irtibatlı takdir anlayışımıza göre, biz nasıl yapacaksak ona göre takdir ediyor, dediğimiz gibi takdir kavramından ne anlaşıldığı çok önemli. Bunun altını deştiğimizde çok önemli bir noktada, temel bir noktada farklı görüş sahipleriyle birleştiğimiz ama farklı ifade ettiğimiz anlaşılacak. Takdirden kasıt “mecburen olmasından kaçınılamayacak” bir takdir değil, biz “nasıl tercih edeceksek ona göre şekillenen” dinamik bir takdir kavramı. Elbette insanların zihnindeki insan iradesini zorlayıcı takdir-kader tasavvuru doğru değil fakat bunun çözümü, iradî fiiller için kader ve takdiri kabul etmemek değil.
Eşyanın yaratılışı için kader programının gerekliliği manasında ve zamansızlık nedeniyle de nasıl olacaksa yani irade nasıl tercih edecekse onu bilip, nazara alıp, cebir (zorlama, mecburiyet) olmadan, ona göre o programı yapıp, yazıp, devreye koyan bir takdir-kader tasavvuru doğru olandır ve biz de bunu kabul ediyoruz.
BEŞİNCİ BÖLÜM: İRADENİN MAHİYETİ
İradenin esası tercih etme yönünde bir meyil gösterebilmektir. Bu meyil, ne elle tutulup gözle görülebilecek bir somut varlığa sahiptir ne de yok diyebileceğimiz kadar silik bir mahiyettedir. Belki birbirlerine göre konum kazanan itibarî çizgiler gibi, yani konum hesaplamalarının yapılmasına yarayan ve var sayılan meridyen çizgileri gibi veyahut yukarı-aşağı, sol-sağ gibi birbirine göre konum alan göreceli (izafî) bir mahiyeti olan soyut bir hakikat olduğunu kabul edebiliriz.
Yani iradenin yapmak–yapmamak, tercih etmek-etmemek gibi birbirine göre şekil alan durumlarının izafî ve itibarî bir varlığından bahsedilebilir. Şimdi böyle bir mahiyete sahip olan, eserleriyle kendini gösteren, varlığı vicdanen hissedilen ve inkâr edilmeyen irade, bir işin veya fiilin yaratılması için tek başına yeter bir şart özelliği taşımamakta olduğundan, yalnız kendi varlığı ile bir işin yaratılması için zorlayıcı bir sebep de teşkil edemez.
Fakat o insanî fiillerin vücuda gelmesi için bir ön şart olan tercihler ve kendi varoluşları için somut bir sebebe ihtiyaçları olmayan ve sadece izafî vücudu olan o meyillerin bir tarafa yönelmesi, onların sabit ve kararlı bir hale girip, yaratılacak fiillere dayanak olmalarına sebep olabilir.
Tam da burada ince bir esas var: İnsanın tercih etmede kullandığı meyilin, somut bir varlığı yok. Fakat yaratılan fiillerin var. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi için, gerekli tüm sebeplerin bir araya gelmesiyle, o şeyin vücuda gelmesinin zorunlu hâle girmesi gerekir. Böyle bir durumda eğer insan kendi fiillerini yaratıyor olsaydı, somut varlıkları söz konusu olan o fiillerin vücuda gelmeleri için zorunluluk olmalı idi ki, varlık sahasına çıksınlar! İşte tam da bu durumda, aslında iradenin ve hürriyetin ortadan kalkması ve tercihe bağlı itibarî bir iş olmaktan çıkıp, zorunlu hale gelmesi durumuyla karşı karşıya kalıyoruz.
O irade-i cüziye sahibi aciz insanın ilahlık özelliği de yoktur ki, Vâcib-ül Vücud olan Cenâb-ı Hakk gibi iradesinin neticesi olan fiillerini, varlık sahasına çıkmalarını zorunlu kılacak şartları meydana getirebilsin. O fiillerin vücudunu zorunlu ve kararlı kılacak, ancak varlığı zorunlu olan ve eşyanın vücudunun kararlı yapısını hakikî manada tercih eden, icad eden ve devam ettiren irade-i külliye sahibi Allah’tır. Demek ki insanın hürriyeti için iradenin somut bir varlığı olmaması ve kendi fiillerini kendisinin yaratmaması lüzumlu hâle geliyor.
İrade ve iradenin tercih etme, meyletme ve kullanım yönü hakkında daha detaylı çözümlemelere bir sonraki (altıncı) bölümde yer verdik, konunun detaylı çözümlemesini oraya havale ediyoruz.
ALTINCI BÖLÜM: İNSANIN İRADÎ FİİLLERİNİN EZELÎ İLİMLE VE KADER PROGRAMIYLA TAKDİR VE TAYİN EDİLMESİ GEREKLİLİĞİNİN VE İRADÎ FİİLLERDEKİ TAKDİRİN MAHİYET FARKININ ÇÖZÜMLENMESİ
Tdv İslâm ansiklopedisi Takdir tanımı: Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, “ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması” anlamında terim. Biz bu klasik tariften anlaşılması gereken doğru mânayı aktarmaya ve zihne gelen bazı çelişkileri ve yanlış mânaları ortadan kaldırmaya çalışacağız. Şöyle ki: Ezelî takdir kavramında, planlama ve yaratma var ve “önceden değil, zamansızlığın olduğu ezelde” ama iradeye müdahale ve zorlama yok. Hani ayet var ya, Allah dilemezse dileyemezsiniz ama işte Allah dilememizi hem de serbest ve hür bir şekilde dilememizi dilemiş.
Kur’an’dan bir ayet: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid, 57/22, 23)
Yani fiillerin nasıl olacağını biliyor, kader programında yazıp takdir ve tayin ediyor genel manada. Fakat o fiillerin fiziksel yaratımını tayin ediyor sadece, o fiille beraber bulunan meyil ve tercihi değil, fakat ezelî ilim kavramı gereği iradenin tercihinin yönünü belirleme değil, nasıl olacağının bilgisi mevcut olduğundan ve fiziksel yaratım süreci için, kader programının yaratım esnasında hazır edilmiş olması gerekliliği sebebiyle, iradî fiilleri de fiziksel boyutuyla takdir ve tayin edip, teşekkülât şemasını kader defterine ezelde yazıyor. Yani fiziksel boyutunun belirlenmesi, tercih boyutunun da belli olması söz konusu ve her ikisinin de bir ve beraber meydana gelmesi sebebiyle de, iradî fiiller de diğer her şey gibi “takdir ve tayin edilmiş” olarak yaratım sahasına çıkıyor.
İradî fiillerde ezelî takdir kavramı, “önceden kararlaştırma ve nasıl olacağına zorlayıcı şekilde karar verme” ve “bu böyle olsun!” manasında değil; “bu böyle olacak, o halde o hadisenin olacak olan şekline göre teşekkülât kanunu, plan, program ve projesi yazılıp hazır edilsin!” demektir. İradî fiiller için, ezelî ve ilahî ilmin “belirleme ve takdir etme”sini, iradî fiillerin “fiziksel teşekkülâtının plan ve projesini yaratım anı için hazır etme” manasında anlamak gerektir. İradenin tercihini serbestçe biz belirliyoruz, o anlamda etki yok, etki sadece yaratımın plan ve programı ve onun için ilim, irade ve kudret kullanımında söz konusu.
Önemli Bir İnce Nokta: Tabiatıyla fiziksel yaratım, kudret ve irade ile meydana geleceğinden ve bu yaratımın kader planı ezelde belirlenmiş olduğu noktasından, işin elbette “bu böyle olsun” manası da vardır ama bu mana “insan iradesinden bağımsız şekilde doğan bir ilahî irade beyanı” olarak görülemez çünkü o ilahî irade, insan iradesini ve tercihini yaratımı için bir şart yapmıştır.
İnsanın iradî fiillerinin ezelî ilimle ve kader programıyla takdir ve tayin edilmesi gerekliliğinin teknik detaylarını önceki bölümlerde ele almıştık ve ilerleyen satırlarda bu konuyu çözümlemeye devam edeceğiz. Bu noktada, iradî fiillerdeki takdirin mahiyet farkının çözümlenmesi üzerinde duracağız. Bunun için takdir kavramının ikiye ayrılarak incelenmesi ve ifade edilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Mahiyet farkı noktasında iki çeşit ilahî takdir ve tayin olduğu söylenilebilir:
1- Hüküm ifade eden ve doğrudan ilahî iradenin istemesi ile zorunlu olarak vücuda gelen hâdiseler ve istemsiz olarak meydana gelen, irade dışı fiiller.
2- Allah’ın kulun tercihini nazar alarak, onun tercihine göre ve o tercihi bilerek ve o tercih istikametinde meydana gelecek yaratımın fiziksel teşekkülâtının plan ve programının takdir edilmesi yani belirlenmesi.
Bu ikinci çeşit takdir, kulun ne yapacağına hükmetmek ve fiillerinin zorunlu olarak belirlenmesi mânasını içinde bulundurmuyor. Zaten aksi durumun kabulü, Kur’an’ın sayısız ayetlerinin açık mânalarına, serbest seçimle imtihan sırrına aykırı olur veya Allah’a açıkça zulüm isnad etmekle eşdeğer bir anlamı ifade eder. İradî fiiller için ezelî takdir kavramı, kulun tercihi istikametinde, “o tercihin ve iradî fiilin fiziksel teşekkülâtının tasarım ve planının belirlenmesi ve fiziksel yaratım süreci için hazır hale getirilmesi”nden ibarettir. İrade ve meyil, bir emr-i itibarî olduğu için ve maddî, somut bir varlığı bulunmadığı için, fiilin sadece fiziksel yaratım sürecinin yaratılması yeterli olur, fiil içerisindeki iradenin tercihinin ve o irade ve meyildeki tasarrufun (kullanma yönünün) maddî bir varlığı olmadığından, onun neyi tercih edeceğinin yani kullanma yönünün fiziksel olarak yaratılması hatta tayin edilmesi, belirlenmesi gerekli değildir denilebilir. (Gerekli olup olmadığı tartışması anlamsızdır, çünkü gerekli olduğu kabul edilse bile, ilahî iradenin içinde insanın hür ve serbest şekilde irade etmesinin de dâhil olduğu, yani insanın hür iradeye sahip bir canlı olmasını irade etmiş olduğu, tartışmasız bir gerçektir. İmtihan kavramı bunu zorunlu kılar.) İradî bir fiilde tayin ve takdir edilmesi gereken, onun sadece fiziksel yaratım sürecidir, meyil ve iradenin hangi yönde olacağının tayin ve takdir edilmesi temel olarak gerekli değildir denilebilir. Fakat o fiilin fiziksel yaratım süreci ile o irade ve o iradedeki tasarruf yani tercihe bağlı kullanım yönü, bir ve beraber bulunduğundan ve ayrı düşünülemeyeceğinden, iradî fiiller tayin ve takdir edilmemiştir demek yine de teknik açıdan hiç uygun düşmez.
İradenin tercihinin bir emr-i itibarî ve nısbî (göreceli/izafî bir mahiyeti olan soyut bir hakikat) olduğu ifade ediliyor ama bu işin maddî ve fiziksel boyutu da var. O tercih edebilme kabiliyeti ne ile oluyor? Şuur, bilinç, akıl lazım, ruh, sinir sistemi ve beyin lazım. Dolayısıyla bir şeyi basitçe istemek veya istememek ya da yapmaya meyletmek veya yapmaya meyletmemek; tüm bunlar yani o zihinsel irade kararının iletilmesi, beyin nöronlar arasındaki bağların uyum içinde çalışması ve nöron iletilerinin sinir sistemine, kas ve iskelet sistemine aktarılması, ruhun kendini algılaması, hâdiselerle kendisi arasındaki bir farkındalık ve bilinç durumu içerisinde olması ile içiçe ve bağlı gerçekleşen olaylardır. Elbette ruhun ve bedenin tüm sistemleri ve fonksiyonları yaratılmıştır, aksi düşünülemez. Dolayısıyla iradî tercihin bir boyutuyla maddî bir vücudu olmadığı, bir emr-i itibarî yani izafî bir mesele olduğu, yapmanın yapmamaya göre izafî olarak konumlandığı söylenebilir ise de; iradenin öyle ya da böyle, şu veya bu yöne sarf edilmesi, iradenin tasarrufu ve belli bir yöne meyletmesi meselesinin, fiziksel yaratım süreçleri ile doğrudan bağlı ve ayrılmaz bir süreçle gerçekleştiği hakikati de sabittir. Bu da bizi insan fiilleri ile beraber insanın iradî tercihinin de, kader planında ezelî ilimde takdir ve tayin edilerek, yaratım anı için hazır edilmiş olması gerekliliğine götürür. Fakat bunun bir zorunluluk anlamında, mecburî bir takdir ile asla ilgisi olmayıp, Gazali’nin ilahî takdirin iradî fiiller ile ilgili boyutu için ayrı bir tasnif yoluna gittiği gibi, “hüküm ifade etmeyen vasfetme ifade eden” bir takdir söz konusudur. Yani o hadisenin, o fiilin nasıl ve ne şekilde olacağının bilgisi ezelde mevcut olduğu için, o iradî fiilin vasfedilmesi yani o fiilin “durumunun anlatılarak tarif edilmesi” ve ne şekilde olacağının planının, projesinin oluşturulması ve yaratım anına hazır edilmesi söz konusudur.
Tam da bu noktada cüz-i iradenin kullanımındaki tasarruf ve meyle mevcut nazarıyla bakmayan Mâtürîdî anlayışın, işin fiziksel boyutunu göz ardı etmeyen görüşlerini aktarmayı önemli görüyoruz. Önce hemen şu ifadeleri hatırlayalım: “Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir . Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.” (Risale-i Nur, 26. Söz, Kader Risalesi, İkinci Mebhas’ın altıncı maddesi.) Özellikle Mâtürîdî anlayışın aşağıda geçen ve kulun iki tür iradesinden küllî irade için söylenilen şu ifadelerine dikkatinizi çekmek istiyoruz: “İnsanın bütün cismânî ve rûhânî kuvvetlerinin yaratılması gibi bu irâde de öylece yaratılmıştır.”
Abdullah NAMLI’nın Dergipark’ta yayınlanan “Sadruşşeria ve İbnü’l-Hümâm’a Göre Cüz’î İrâdenin Yaratmanın Konusu Olup Olmadığı Meselesi” isimli hakemli araştırma makalesinde şu bilgilere yer verilmektedir: (Makalede bu bilgilere kaynakça olarak gösterilen eserler şöyledir: Ali Arslan Aydın’ın İslâm İnançları ve Felsefesi, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980, s.345 ve Emrullah Yüksel’in Sistematik Kelam, İstanbul: İz Yayıncılık, 2015, s.82-83.)
“Mâtürîdîlerin anlayışına göre kulun iki türlü irâdesi vardır:
1- Küllî İrâde (İrâde-i Külliye); Allah Teâlâ tarafından, kulda bi’l-kuvve (potansiyel) olarak yaratılan irâdedir. Görevi; fiil ve terkten, birini diğerine duruma göre tercih etme kabiliyetidir. İnsanın bütün cismânî ve rûhânî kuvvetlerinin yaratılması gibi bu irâde de öylece yaratılmıştır.
2- Cüz’î İrâde (İrâde-i Cüz’iye); insanın küllî irâdesinin belirli ve özel bir fiile yöneltilmesinden, sarf ve kullanılmasından ibaret olan irâdedir. Bu irâde mahluk/yaratılmış olmayıp, kul ona sahiptir. İnsanın isteğine bırakılmış bütün fiilleri bu irâdeye dayanmakta olup, kulun mükellef/sorumlu olması hep bu irâdeye râcîdir. Cüz’î irâde, irâde sıfatının, iki taraftan birine; yapma veya terk etmeye fiilen taalluk etmesi durumudur. Dolayısıyla bir tarafı diğer tarafa tercih ederek, onu tayin ve tespit etmektir. İrâde-i külliye sayesinde belirlenen bir tarafı tercih ederek onu orada kullanmaya irâde-i cüz’iye denilmektedir. Böylelikle Allah tarafından kulda yaratılan küllî irâdenin kul tarafından kullanımı cüz’î irâde olmaktadır.”
İradî fiillerin ortaya çıkmasında iki boyut var. Birisi fiziksel ve somut, diğeri iradenin tercih etmesi olarak soyut bir boyut. Eşyanın yaratımı plan ve ölçü ister, yaratım bu plan üstünde işler. Bu yaratımda iradî-iradî olmayan fiiller ayrımı olamaz ve yoktur. İstemsiz göz kırpmakta da, iradeyle gözüne belli bir tarafa çevirmekte de, meydana gelen hadisenin fiziksel boyutunun bir plana ve ölçülü bir uygulama mekanizmasına ihtiyaç arz etmesi söz konusudur. Her hadisenin kader ve takdir ile gerçekleşmesi gerekliliği, bu hadiselerin ve tüm insan fiillerinin fiziksel boyutunun kaderin planıyla meydana gelmesi gerekliliği ile ilgilidir. Ve bu planın madde ve zamana bağımlı olunmayan bir boyutta, tüm zamanları birden bilip görebilen bir ilahî ilimle, “eşyanın maddî olarak vücuda geleceği hâlin bilinmesi ve ona göre belirlenmiş bir planla yaratılması” gerekmektedir. Çünkü madde asıl olarak kararsızdır, kuantum mekaniğince süper pozisyon tabir edilen hâlinden çıkması ve somut, kararlı bir oluş kazanması ancak böyle mümkün olabilir. İradenin tercihinin ise zaten somut bir varlığı olmadığından, meridyen çizgileri gibi farazî bir varlığı söz konusudur. Dolayısıyla esas itibariyle, insanın iradî fiillerinin ne yönde şekilleneceğinin ezelde takdir edilmesi ve kader planıyla ortaya çıkmasının teknik anlamda gerekliliği, fiillerin fiziksel boyutu ve yaratımının, bu planla yaratılma gerekliliğidir. Fiillerin fiziksel boyutunun planı hazır olmalı ki, insan iradî tercihini yaptığında o fiilin fiziksel boyutu yaratılıp ortaya çıkabilsin. Yani göz kırpmakla, gözün irade ile bir tarafa çevrilmesi arasında, gerçekleşen hadisenin fiziksel boyutunun yaratım süreci açısından hiçbir mahiyet farkı yoktur. Bu nedenle iradî fiillerin ezelî ilimle takdir edilmemiş, plan ve programı tayin edilmemiş, belirlenmemiş olarak yaratılma imkânı görünmemektedir.
Bu noktada diyebiliriz ki, iradî fiillerin de istisna olmayacak şekilde kaderin planıyla yaratılması meselesinde, kulun fiillerinin de takdir edilmesi ifadesi, o fiillerin fiziksel boyutuyla ilgilidir. Nasıl tercih edeceğinin veya o fiilin nasıl gerçekleşeceğinin Allah tarafından zorlayıcı şekilde belirlenmesi anlamında değildir.
Nasıl olacağı belli olmayan bir tasarımın planı ve ölçüsü de yapılamaz. Bu, temel bir kaidedir. O tasarımın içerisinde iradî veya iradî olmayan tüm fiiller ve bütün eşyanın hareketleri, vaziyetleri, şekilleri ve tüm hâdiseler dahildir, bunun istisnası yoktur. Hepsinin tasarlanması, planlanması, belli bir ölçüye göre yaratılması gerekmektedir. Dolayısıyla insanın “iradî fiilleri önceden takdir edilmemiştir, kader ile değildir” sözü temellendirilmemiş bir iddiadan, problemli sonuçlar üreten, insanın hür iradesinin hatalı bir ifade ediliş şeklinden ibarettir. Asla teknik ve ilmî bir hakikati ifade etmemektedir. İradî fiillerin takdir edilmemiş olduğunu ifade etmek, bunu fiziksel yaratımdan ayrı tasavvur etmenin imkânı yoktur, çünkü ister iradî, ister irade dışı tüm fiiller ve bütün eşyanın hareketi, fiziksel yaratım süreçleri ile meydana geliyor. Bu mânada insanın tercihi ile ortaya koymuş olduğu fiillerde, fiziksel yaratım süreçleri ile iradenin tercihi bir ve beraber, ayrılmaz bir bütün olarak bulunuyor. Eşyanın tüm hareketi ve iradî olmayan fiiller yaratım, tasarım, plan, ölçü gerektiriyor da, iradî fiiller ve fiziksel boyutundaki yaratım süreçleri gerektirmiyor mu?
Normal şartlarda yani içinde bulunduğumuz dünyanın, madde ve zamana bağlı olduğumuz boyutunda bir eşya vücuda gelmeden önce tasarlanır, planı ve ölçüsü belirlenir, ondan sonra yapılır yani o eşyanın manevî vücudu hükmünde, manevî ve ilmî bir vücudu mahiyetinde, bir manevî ve soyut kalıbı olur, krokisi olur, planı olur. Daha sonra mimarın zihninde veya krokide olan o plan üstünde, o plana göre ölçülü olarak yapılması ile maddî vücut bulur. Şimdi eşyalar bu şekilde, zamana ve mekâna bağlı boyutumuzda bu şekilde yapıldığından dolayı, önceden bilinen plan ortaya koyulur, sonra yapılır denildiği zaman, öncelik-sonralık noktasında sıkıntı çıkıyor. İradî fiiller önceden takdir edildiyse, belirlendiyse nasıl hür irade olur deniliyor. Halbuki işte o bizim boyutumuzda söz konusu olan bir problem ve çelişki. Zamana ve mekâna bağlı olmayan, zamansız bir boyutta gerçekleşen bir tasarım, bir plan, bir takdir, bir kader, bir belirleme; onun ne olacağını bilip ona göre tasarım planını ortaya koyma anlamında olduğundan bu çelişki ortadan kalkmış olur. (Fiziksel boyutuyla bir belirleme bu tabii, iradenin tercihini tayin etme, ona müdahale etme, onu zorlama anlamında değil) İradî fiillerde kaderin takdiri yoktur diyenler, o fiilin fiziksel yaratımının kader planının belirlemesi, tasarımı olmadan nasıl yapıldığını açıklayamazlar. Bu yaklaşım, doğuracağı problemler ve açıklar hesap edilmemiş, temelsiz bir iddiadan öteye geçmez. Gözün kırpılması da, gözün belli bir tarafa irade ile çevrilmesinde de, aynı fiziksel yaratım süreçleri söz konusudur ve bunlar çok detaylı ve karmaşıktır. Hatta aynı sisteme tâbidir ve aynı şekilde işler, aynı tasarım şablonunu, aynı işletim mekanizmalarını kullanırlar. Dolayısıyla iradî olmayan fiiller için bir plan, program, ölçülülük, bir işletim sistemi olup da, iradî olan fiillerde olmamasını gerektiren bu düşünce, kabul edilmesi mümkün olmayan bir saçmalığı netice verir. Takdir ve irade arasında, dışarıdan bakıldığında görünen çelişki ve birbirini çürütme meselesi, sadece içinde bulunduğumuz, zaman ve mekâna bağlı boyutumuzda meydana getirilen eşyalar için söz konusudur. Bu açmazın çözümü ise, sadece ve sadece ezelî ilim ve takdirdir. Zamansız bir boyutta meydana getirilen ve eşyanın ilahî ilimde mevcut olan manevî ve soyut varlığının (tabiri caizse krokisinin), yaratım süreci ile maddî vücut bulmasıyla, o açmaz son bulur.
Evet kul ister, iradesiyle serbestçe tercih eder, Allah da yaratır. (Tabii her istediğini, her durumda mutlaka yaratır diye bir şey söz konusu değil, o ayrı.) Fakat bu tercih anında, eşyanın alacağı şekil ve vaziyetin manevî ve ilmî bir kalıbı hazır olmalıdır. Bu da ancak o iradî tercihin ne yönde olacağının “önceden” daha doğru bir tabirle “zamansız bir boyutta” bilinmesi ve tasarlanmasıyla, planlanmasıyla olur. Bu kurulu bir saat veya robotun tasarlanıp, ona komut verilip, sonra da çalışmasından farklı mahiyet arz eder. Çünkü o robot ve saatin yapılışı gerçek mânada bir yaratım değildir. Robot yapmakla insan arasındaki fark çok derindir. Robotu yapıp bırakabiliyorsun, çünkü burada tabiat kanunlarının akışına uygun hareket etmek var. Zaten yaratılmış ve yaratılmaya her an devam eden bir kâinatta, tabiat kanunlarına uygun hareket ederek ve o kanunları kendi lehine kullanarak, cüz-i iradenin sarfıyla bir teknolojik ürün meydana getirmektir. Hakikî manada bir yaratım süreci ise çok başka gerekliliklerle vücuda gelir, robotu kurup bırakmak gibi olamaz, olamıyor. Maddenin o kararlı halini muhafaza edebilmesi için her an bir ilahî tasarruf gereklidir, ilahî ilimde mevcut olan programının teşekkülüne ihtiyaç vardır. Bu kararlı hâlin düzenli bir şekilde işlemesi ve mevcut durumunu da koruyabilmesi için, o yaratımların zamansız bir boyuttaki ezelî bir ilimle, her an kesintisiz olarak tasarrufu devam eden bir irade ve kudretle varlık sahasına çıkması gereklidir.
Eski dönemlerde yapay zekâ kavramı olmadığından ve modern bilim gelişmemiş olduğundan, o dönemdeki ilm-i kelâm âlimlerinin bir kısım tasavvur ve fikir yürütmelerinin nispeten ve kısmen eksik ve basit seviyede olması çok normal karşılanmalıdır. Halbuki şimdi, yapay zekâ ve hür irade sahibi bir robot yaptığımızı hayal ettiğimizde ve zaman ve mekânın dışına çıkmadan bile, bizim o robotu programlamamızın robotun seçimlerinde serbest karar vermesine mâni olmayacağını biliriz. Nerede kaldı, ezelî ilmin insanın iradî fiillerindeki seçimlerinin fiziksel yaratım süreçlerini programlaması, insanın hür iradesine mâni olsun. Elbette böyle bir sorun olmayacaktır. Zaten böyle bir sorun ve çelişkiden bahis açarsanız, günümüz insanı bu fikrinizi tebessümle karşılayacaktır.
Evet, insan da yapay zekâ sahibi bir robot ve ruh sahibi bir android gibidir. İnsan da robot gibi yapay olarak ama ilahî ilim ve kudretle yapılmıştır. Bu misali detaylandıracağız şimdi. Sentetik yapay demektir. Sentetik ruh ise insan davranışlarını, karakterini ve tepkilerini tamamen taklid edebilen, mesela sinirlendirecek bir durum karşısında sinirlenebilen, üzüntü verecek bir anda üzülebilen veya ağlayabilen davranışlar geliştirebilecek şekilde programlanmış, “Andro-Klon” diye tabir edebileceğimiz yani organik bir materyal üzerinde fakat aslında sentetik ve yapay, robotik, android bir canlının programını ifade ediyor. Tamamen insan görünümünde ve yapay zekâyla çalışıyor. Fakat yapay zekâ sadece zekâyı ifade ediyor. Sentetik ruh kavramı yapay zekâdan çok daha ileri bir noktayı işaret ediyor. Benimle nasıl konuşuyorsanız, nasıl duygusal tepkiler veriyorsanız.. Yani sadece zekâ göstergesi olan davranışları değil, ruhsal göstergeler manasındaki duygusal tepkileri de geliştirebilen yapay bir canlı söz konusu. Bu yapay canlının programına da sentetik ruh programı ismi verilmiş olsun. Risale-i Nur’da ruh tarif edilirken bir kanun olduğu söyleniyor, yani bir program. Cenâb-ı Hak’kın bir programı. Canlı, üstüne şuur giydirilmiş, hayatlı bir program. Aslında hepimiz Allah’ın (sentetik değil ama) ilahî ruh programı ile çalışıyoruz. İşte bu misal aslında bizi oraya götürmeli. Bizler hepimiz canlı androidleriz, bunu görebilmeliyiz. Android, robotik canlılar olarak ortalıkta dolaşıyoruz. Robot gibi bir şeyiz. Elinizi açıp kapatmanıza, yürümenize, koşmanıza, konuşmanıza, bakmanıza, hissetmenize bir de bu gözle bakın. Robot gibi bir şeyiz işte. Bir beden içine konmuşuz ama nelerden oluştuğumuzun bile farkında değiliz ve bir damla sudan geliyoruz. Bu misalin açtığı pencereden, sentetik ruh programıyla çalışan robotu programlamamızın robotun seçimlerinde serbest karar vermesine mâni olmayacağı gibi; ezelî ilmin insanın iradî fiillerindeki seçimlerinin fiziksel yaratım süreçlerini programlamasının, insanın hür iradesine mâni olmayacağını görebiliriz.
Aslında yakın dönemde de, daha önceki dönemlerde de, kelam âlimleri akıllarda yanlış bilinen kader anlayışının yerine doğru bir kader yaklaşımı geliştirilmiş ve kaderin bir çeşit ilahî ilim yani hadiselerin nasıl ve ne şekilde cereyan edeceğinin bilgisi olduğu ifade edilerek tarifi yapılmış. Bu ilim sıfatının hadiseler üzerinde zorlayıcı bir etki sahibi olmadığı ve hadiseler öyle gerçekleşeceği için bilindiği, yoksa nasıl olacakları önceden bilindikleri için o şekilde gerçekleşmedikleri belirtilmiş. Tabiatıyla kaderin irade, kudret ve plan, program boyutu da mevcut ve onları zaten ele aldık. Burada temel bir bilgiye yer vererek mesele eksik kalmasın istiyoruz.
Tavsiye ettiğimiz kaynak kitaplardan birisi olan Tabiat Risalesi Açılımları’nda “Her Şeyin Açıklaması Madde Parçacıklarının Hareketi Mi?” başlığı içinde “Trenin hareket kanunu” misalimiz vardı. Orada demiştik: “Bir tepeden aşağıdaki vadiye baksak ve görsek ki, bir tren her gün belli saatlerde, o vadiden geçiyor. Şimdi bu hadiselerin oluş şeklini, not defterimize kaydetsek, biz bu kaydı yaptığımız için ve trenin geliş saatini bildiğimiz için mi, o tren belli saatlerde geçmektedir; yoksa zaten tren oradan geçecek olduğu için mi, biz onun geçeceğini ilmimizle ‘önceden’ görüp, trenin geçeceği saatleri defterimize kaydetmişizdir?”
“Tabiat kanunları, kendi kendilerini ve eşyayı yaratabilecek özellikte, maddî gerçekliğe sahip nesneler değillerdir. Herhangi bir olaya kaynaklık edemezler. Hiçbir oluşumun gerçek sebebi olamazlar. Maddenin düzenli hareketi nedeniyle gerçekleşen sistematik bir olayın veya oluşumun işleyiş şeklinin açıklamasından ibarettirler sadece. Yoksa bırakınız eşyayı yaratmayı veya eşyanın hareketine kaynaklık etmeyi, o kanunlar kendilerinin gerçek mahiyetlerini ve varlık sebeplerini bile açıklamazlar.
Örneğin bir tepeden aşağıdaki vadiye baksak ve görsek ki, her gün saat 12.00’de, 14.00’de, 16.00’da, 18.00’de ve 20.00’de bir tren geçiyor ve bu düzenli bir şekilde tekrarlanıyor. Bunun aksamaya uğramayan bir kural halinde tekrarlandığını görerek, meydana gelen olayın oluş şeklini, yani trenin geliş hareketinin işleyiş prensibini not defterimizde kayıt altına alsak ve şu açıklamayı yazsak: “Vadide her gün belli saatlerde bir tren geçer. Bu olay, bir kural halinde sürekli aksamadan tekrarlanır.”
Bu tespit ettiğimiz gerçekliğin ve trenin her gün hangi zamanlarda ve hangi hızda geçtiğiyle ilgili kural ve kaideye, açıklama notlarımızda şöyle bir isim versek: “Trenin hareket kanunu.”
Acaba biz bu ismi verdiğimiz için, “trenin hareket kanunu” canlanıp maddî bir varlık haline gelir mi ve zamanda geriye gidip, o treni belli saatlerde ve belli hızlarda geçiren şuur sahibi bir güç şekline girebilir mi? Hatta o treni tasarlayan ve yapan olabilir mi? Böyle saçma bir düşünce bilimsel olarak kabul görebilir mi?
İşte tekraren en açık şekliyle ortaya koyuyoruz ki: Tabiat kanunları da aynen böyledir. Siz ortada görünen bir olaya süslü bir isim verdiniz veya o olayın meydana geliş prensiplerini kurallarıyla ortaya koydunuz diye, sizin o açıklamanız ne eşyayı yaratan gerçek bir sebep olur, ne de o olayı gerçekleştiren ve olayın kaynağı olan bir etki edici haline gelir.”
Şimdi bu basit misalde bizim ilmimiz (bilgimiz) ancak sınırlı bir zaman ve mekânı kapsayabiliyor. Hâlbuki zaman ve mekân kayıtlarının dışında ve onlardan bağımsız bir ezelî ilim söz konusu olduğunda işler biraz daha değişiyor. Eser metninde de ifade edildiği gibi ezelî bir ilmin temel özelliği; geçmiş, şimdiki zaman ve geleceği âdeta yukarıdan bakar ve hepsini içine alır gibi “aynı anda” görebilmesidir. Bu yaklaşım tarzında bizler, irademiz, yaptıklarımız ve yapacaklarımızın tamamı, ilahî kaderin ve ezelî ilmin kapsamı içinden çıkamıyor, hepsi “aynı anda ve birden”, sanki tüm hadiseler tek bir hadise imiş gibi ve “olmuş, bitmiş” gibi görünüyor. Bu durumda tüm alternatif kaderlerin ve muhtemel tercihlerin en nihaî neticeye varışları ve şekillenişlerinin mutlak ve en son durumları, “daha baştan” ilahî ilimce “mâlum, bilinen” bir özellik arz ettiğinden, elbette ilahî taraftan “Bu böyle olacak, bunu böyle takdir ediyorum ve buna ait kaderî şablonları ve plan ve programları, böyle olacağı için şu şekilde dizayn ediyorum ve ilahî kader defterine ve Levh-i Mahfuz’a yazıyorum. Artık kalem durdu, mürekkep kurudu, olacak ne ise olacaktır” şeklinde bir takdim ediliş, gayet makûl ve uygun olacaktır.
Gelgelelim ki, durum bizim tarafımızdan öyle görünmemektedir. Bu da gayet tabiî ve anlaşılırdır çünkü bizler zaman ve mekânla kayıtlı ve sınırlıyız. Bizim açımızdan hâdiseler “olmuş ve bitmiş” değil “yaşanmakta ve yaşanacak” durumda görünmektedir. Şimdi aralarında görünüşte bir zıtlık veya çelişki varmış veya olabilirmiş gibi görünen bu iki bakış açısı ve iki tablo, aslında tek bir çerçevenin dışardan ve içerden iki ayrı yerden görülmesinden başka şeyler değildir. Aslında hâdise tektir. Hepsi birbiri içinde olup gerçekleşmiştir veya gerçekleşecektir. Dolayısıyla zaman-mekân kayıtlarının dışında kalarak bizleri seyreden ve her şeyi “olmuş ve bitmiş” olan nihaî şekliyle görebilen ilahî ilmin, daha biz yaratılmadan bizim açımızdan “olacak ve bitecek” hadiseleri yine bize göre “önceden” bilerek, ona göre ilahî programlarını hazırlamasına bir engel yoktur ve “bu tarzdaki bir kader yaklaşımı” ile “bizim hür irademizle yapacaklarımızı tercih etmemiz”, elbette hiçbir yönden birbirlerine zıddıyetleri olmaz ve birbirleriyle çelişmezler.
YEDİNCİ BÖLÜM: EZELÎ İLİM VE TAKDİRE VE HÜR İRADEYLE OLAN İLİŞKİSİNE YÖNELİK ELEŞTİREL GÖRÜŞLERE KARŞI İTİRAZLARIMIZ
Not: İtiraz edilen görüşlerin birbirinden rahatça ayırt edilebilmesi için aşağıda numaralandırılmıştır.
1- “Allah’ın bilmesi takdir ettiği anlamına gelmiyor.” Bu söz söylenirken açık ki, Allah’ın bilmesi ve takdir etmesi, bizim bilmemiz ve takdir etmemiz gibi tasavvur edilerek söyleniyor. Bir Youtube videosunda bu sözü söyleyen İsmail Mutlu hocamıza şöyle bir soru soralım: Diyorsunuz ki, ben yapmadan önce takdir etmiş olsa hür iradeden bahsetmek mümkün değil. Peki o halde siz yapmadan önce Allah neyi yapacağınızı nasıl biliyor! Diğer anlayışın takdir ve iradeyi açıklamakta zorlanacağını ifade ediyorsunuz. Peki siz fiillerinizi Allah’ın nasıl yapacağını bilmesini açıklamakta zorlanmaz mısınız? Bu anlayışınızın tutarlı olması için Allah’ın ne yapacağımızı bilmediğini de kabul etmeniz gerekmez mi? Bunu, yani bildiğini kabul etmeniz için de, mecburen zaman ve mekân kayıtlarına bağlı olmayan bir yaratıcı anlayışının zamansız ve mekânsız bir haldeki bilgisini yani ezelî ilim fikrini kabul etmeniz gerekmeyecek mi?! Bu durumda klasik ezelî ilim anlayışındaki takdir fikrini reddetmenizin ne anlamı kalacak?!
Yani basitçe şunu demek istiyoruz: Allah bir iradî fiili gerçekleşmeden bilebiliyorsa, “gerçekleşmeden önce” o yaratılacak hadisenin şablonunu, kader planını, ölçüsünü de yazabilir ve oluşturabilir ve bu da hiçbir şekilde iradenin serbest tercihine ve hürriyetine mâni olmaz.
“İradî fiilleri Allah’ın takdir etmediği ve bu fiillerin meydana gelmesinin kader olmadığı”nı ifade eden görüş sahipleriyle ve İsmail Mutlu hocamla, iradenin hür olması ve kaderin iradeyi mecbur kılmadığı konusunda aynı fikirdeyiz. Sadece klasik irade-ezelî ilim ve takdir izahlarının, modern bilim ve kuantum fiziği bulgularıyla ne derece uyumlu göründüğünün bilinmemesi nedeniyle, farklı bir ifade etme yönüne gitme ihtiyacı duyulmuş olduğu aklımdan geçiyor. Aslında bu temel bir fikir ayrılığı değil, sadece teknik anlamda daha uygun bir ifade ediş şekli arayışı ile alâkalı. Ben de bu arayışı ve daha uygun şekilde ifade etme üslubunu, İsmail Mutlu hocamın kitaplarından da faydalanarak daha net bir çerçeve oluşturmaya çalışacağım inşallah. İsmail Mutlu hocamın “Güncel Sorularla Kader” ve “İnsan Kadere Mahkum Mu?” isimli toplamda 900 sayfayı bulan iki ciltlik kapsamlı çalışmasını okudum. Cebriyeci kader anlayışının tarihsel arka planı ve kaderle ilgili farklı görüşler hakkında ciddi bilgi sahibi oldum. Yapmaya çalıştığım, bu görüş sahiplerine karşı bir reddiyede bulunmak değil, bilakis tüm bu bilgileri kullanarak bir hamur yoğurmak, daha uygun bir ifade üslubu, kıvamı ortaya koymak için bir katkıda bulunma çabası olacak. Tabiidir ve insanlık halidir ki, ben bu hocalarım kadar bu konuya emek veremem ama onların çoğu da, muhtemelen benim kadar modern bilimin ve kuantum mekaniğinin bulgularına o derece hâkim ve aşina değildirler. Belki bu anlamda bir katkı sunma gayretiyle bu araştırma yazısını kaleme almaya teşebbüs ettim. Elbette bu yazı içeriği mükemmel değildir ama “Bir şey bütün bütün elde edilmezse, tamamen de terk edilmez.” kaidesinde bu konudaki ihtiyacı karşılayacak bir gayret ortaya koymaktan geri duramadım.
2- Mustafa Bozkurt’un “Fahrettin Razi’de Bilgi Teorisi” isimli doktora tezinde s. 165’de “İlahi bilgiyi, yaratmanın temeli olarak kabul etmek birçok sorunu beraberinde getirir. … Allah’ın alemle ve dolayısıyla insanla olan ilişkisinde Bilgiyi yaratmanın temeline koymak ilim sıfatını temel belirleyen değil de irade sıfatı temel belirleyen olarak kabul edilirse problem önemli ölçüde aşılabilir. … Yaratmayı bilginin sonucu olmaktan kurtarmak gerekir.” şeklinde ifadelere yer verilmiştir.
Bu ifadelere itirazımız şöyledir: İlahî ilimden kasıt, basitçe olayların nasıl olacağının bilinmesi değildir. Eşyanın yaratılabilmesi için, plan ve programının ezelî ilimde hazır olması gerekliliğidir. Ayrıca o ilahî ilim, basit bir bilmekten ibaret değil ki, ilahî kudret ve iradenin nasıl ve ne şekilde işleyeceğinin bilgisini de içeriyor! Şimdi “bilgiyi yaratmanın temeline koymak sorundur” demek başlı başına sorunlu bir cümle aslında, bunu fark etmemiş olsa gerek. Halbuki plan, program, mimarî kroki elbette yapmaktan ve yaratmaktan “önce” gelir. Fakat zamansız bir mekânda oluşturulan bu plan ve program ve takdir işi, elbette (bizim boyutumuzda olduğu gibi) irade ve kader arasında soruna neden olmaz. Çünkü öncelik-sonralık yok, her şey ilahî ilimle “hâl-şimdi” gibi görünüp bilinebiliyor.
3- Benzer şekilde Prof. Dr. Metin Özdemir’in “Allah’ın Bilgisinin Ezeliliği ve İnsan Hürriyeti” isimli doktora tezinde s. 218, 219’da şu ifadelere rastlanmaktadır: “Hürriyetin temel şartı hür irade olduğuna göre, bu iradenin hiçbir surette önceden belirlenmemiş olması gerekir. … Oysa kelamcıların çoğunluğu tarafından kabul gören geleneksel anlayışa göre, ezelî ilminde olacağını bildiği şeyleri irade etmektedir. Bu ise iradenin ilim tarafından belirlendiği anlamına gelir. Geleceği Allah’ın ilmi değil, iradesi belirler.”
Buna itirazımız şöyledir: Bu ifadeler tamamen içinde bulunduğumuz boyutun şartlarına göre fikir yürütmekten kaynaklı yanlış bir tasavvurdur. Hem ezelî ilim tabirini kullanıp, hem de ezelî ilimin mahiyetini nazara almadan ifadeler kullanmak abes ve uygunsuzdur. Kabul edilecek bir yaklaşım tarzı olarak görülemez. Dolayısıyla biz de, o anlama gelmez işte diyoruz! (yani ezelî ilminde olacağını bildiği şeyleri irade etmesi, iradenin ilim tarafından belirlendiği anlamına gelmez.) Sadece iradî fiilin fiziksel yaratım boyutunun maddî teşekkülât ve işletim sisteminin hazır edilmiş olduğu anlamına gelir. “Yaratmayı bilginin sonucu olmaktan kurtarmak gerekir.” denilmesi vahim bir hatadır. Çünkü plan, program, mimari kroki elbette yapmanın temelidir. Madem ezelî ilimden bahis ediliyor ve inkâr edilmiyor, elbette böyle bir bilmenin ve zamansızlığın nasıl bir şey olunduğu tam manasıyla anlaşılmasa ve kavranılmasa da, fikir yürütürken ve çıkarım yaparken onun kaidelerine uyumlu sözler söylenmelidir. Mesela şöyle denilmeli: “İlahî ve ezelî bilgiyi, ‘geleceğin önceden bilinmesi’ şeklinde değil, asla değişmeyen ‘şimdinin/ânın’ bilinmesi olarak anlamalı.” “Yaratıcı bir şeyi biliyorsa, o zorunlu olarak gerçekleşecektir değil de, yaratıcı bir şeyi biliyorsa, o zorunlu olarak gerçektir.” “İnsan davranışları ile bu davranışlara ait ilahî bilgi arasında art arda geliş değil, bir arada bulunma ilişkisi vardır. Onun gelecek davranışlarımızı bilmesi, herhangi bir insanın hâlihazır bir davranışımızı bilmesi gibidir.”
3- Metin Özdemir’in “Ezeli Bilgi Anlayışının problematik Yönü” isimli makalesinde s.226’da şöyle bir görüşle karşılaştık: “İlim maluma tabidir veya Allah olayları daimî bir şimdi olarak bilmektedir gibi önermeler, ezelî ilim anlayışı ile insan hürriyeti arasındaki çelişkiyi çözmemiz için yeterli görünmemektedir. Çünkü Allah olayları daima bir şimdi olarak bilse de nihayet olayların bir başlangıcı vardır. Ezelî bilgi ise başlangıcı olmayan bir bilgidir. Bu durumu görmezden gelemeyiz.”
Bu yaklaşıma kısa itirazımız: “İşin aslında mesele hiç de öyle değildir! Çünkü burada da ezelî ilimden bahsedildiği halde, ısrarla içinde bulunduğumuz boyutun şartlarına göre konuşulmakta ve çıkarım yapılmakta ısrar edilmektedir. Kusur ezelî ilim anlayışında değil, iki boyutlu evreninin hükümleriyle üç boyutlu evreni kavrayamayan ve üç boyutlu evrene ait formül ve çıkarımları zihnine yerleştiremeyen biri gibi davranmanın kara mizah konumuna düşmektedir. Ezelî bilgi olayların her anına nüfuz etmiş, her anda var olan bir bilgidir. Başlangıcı olmayan bilgi ne demek? Öyle değil. Aksine ilahî ilim, tüm zamanlarda var olan bir bilgidir.” Konuyla ilgili iyi bir tarifi buraya almak istiyoruz: “Allah’ın hayatında ezel ve ebed, tıpkı başlangıç ve son noktası tespit edilemeyen daire gibi bir bütündür.” (Metin Özdemir, “Problematik Boyutlarıyla Kader Meselesi”, İnsan İradesi ve Kudret-i İlahiyye Bağlamında Kader Meselesi, s.72)
4- İsmail Mutlu hocamızın “Güncel Sorularla Kader” isimli kitabında s. 116’da geçen şu ifadeler: “Bilmenin belirlemeyi gerekli kılması doğru bir tespit değildir. Çünkü bilmek, belirlemek demek değildir. Eğer ezelî bilgi insanı fillerinde zorlarsa…”
Buna karşı itirazımız şöyle: Tam aksine, bilgi belirlemeyi gerektirir, hele de ezelî ilim, ama bunda olacak olanı bilmek ve onun plan ve programını yaratıma hazır etmek vardır, iradeyi zorlayıcılık ve mecburiyet mânası yoktur. Göründüğü gibi ezelî bilgiden bahsedildiği halde, ısrarla sanki zaman ve mekâna bağımlı bir fanî insanın işlerinden söz ediliyormuş gibi fikir yürütülmeye çalışılmaktadır.
5- İsmail Mutlu hocamızın “Güncel Sorularla Kader” isimli kitabında s. 117’de geçen şöyle bir ifadeye rastladım: “Allah’ın ilmi maluma tabi ise Allah’ın ilmi malumun zorunlu bir sonucu, diğer bir ifadeyle Allah, meydana gelecek olanın mahkûmu ve mecburu olacaktır.”
Bu tarz bir ifadeye karşı şöyle itiraz ediyoruz: “Olur mu hiç öyle şey! Allah’ın irade ve kudreti nasıl hükmederse (hükmedecekse) ilmi de öyle bilir!”
Evet, açıkça göründüğü gibi, ezelî ilimle her şeyin belirlenmiş olması meselesinde problem, hep içinde bulunduğumuz boyutun şartlarına göre muhakeme etmekten, ona göre anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. İki boyutlu bir evrenin dışına çıkamadığı için üç boyutlu bir evreni ve şartlarını asla hayal ve idrak edemeyecek canlıların, üç boyutlu bir evren hakkında konuşmaları, fikir yürütmeye çalışmaları nasıl garip ve komik gelir. İşte bu mesele de aynen böyledir. Bu mahiyette bir meselenin, içinde bulunduğumuz boyutun şartlarına göre anlaşılıp çözümlenmesi mümkün olamaz. Fakat mâkul ve kabul edilebilir izahlar geliştirilebilir. Ezelî ilim anlayışına itirazlar, iki boyutlu bir evrende yaşayanların misali gibi, ezelî ilmi “geçmişin daha önceki bir zaman dilimi” veya “başlangıç noktası” gibi tasavvur edip, itirazlarını ona göre yapıyorlar. Halbuki Allah’ın iradî filleri sadece bilmesi değil, takdir ve tayin etmesi de serbest seçime mâni bir husus değildir. Öyle olması için Allah’ın madde ve zaman kayıtlarına bağlı ve bizimle aynı madde evreninde bulunması şarttır. Halbuki bırakın böyle bir şartı, yaratıcı olabilmesi için, böyle bir tasavvur ve gereklilik tamamen imkânsızdır. İradi fiillerdeki takdir ve tayin kavramının, “bu böyle olsun!” anlamında bir hüküm ifade etmediği ve hadiseyi vasfetme (nasıl olacağını tasvir etme) mânasında olduğu zaten ifade edilmiyor değil ki. Ama tabi burada bir ince nokta var, işin içine zamansızlık ve olacak olan “iradî fiilin fiziksel yaratımının plan, programının yaratıma hazır edilmesi” gerekliliği girince, elbette her şeyin kader programıyla yaratım sürecinin belirlenmesi gibi, iradî fiiller de o anlamda belirleniyor, ama bu icraatta tabiatıyla, bir mecburiyet mânası yok. O halde problem nedir?! Problem, şartlanmış insan zihninin hâlâ zaman ve madde kavramlarına bağlı kalarak, içinde bulunduğumuz boyuta göre fikir yürütmekten ısrarla vazgeç(e)memesidir.
Kaderin değişip değişmeyeceği meselesi de, kameranın hangi tarafından bakılıp algılandığına göre farklı hüküm alan bir meseledir. Bizim boyutumuzdan bakıldığında elbette şartlara bağlı olarak değişebilir. Fakat ilahî taraftan hadiselerin nihaî şekli elbette kararlaştırılmış, belli ve değişmez olarak görünür. Çünkü “olmuş, bitmiş!” olarak görünen bir şey neden ve nasıl değişsin ki?! Muallak kader veya şartlara bağlı değişebilen kader veya sonsuz mümkünleri bilme ve sayısız ihtimal ve kader alternatiflerinden, şablonlarından birini, kulun tercihine göre yaratım sürecine çıkarma işi ise, kuantum mekaniğinde eşyanın süper pozisyon konumundan, maddî oluş ve varlık sahasına çıkmasını ifade eder. Yani Allah sonsuz mümkünleri de, nihaî neticeyi de bilir. İlminin kader planında hem alternatif kader şablonları, hem de nihaî kader defteri hazır vaziyette bulunur.
6- İsmail Mutlu hocamızın “İnsan Kadere Mahkum Mu? isimli” kitabında s. 116’da şu ifadelere yer verilmektedir: “İnsanın yaratılışı takdir edilse de, fiilleri takdir edilmemiştir. Çünkü insan diğer varlıkların aksine mes’ul bir varlıktır. Bütün fiillerinde tamamen Allah’ın tayini ile hareket ettiğinde insan için mes’uliyetten söz edilemez. Kur’an’a baktığımızda ‘takdir etme’ ifadesi, insanın dışındaki varlıklar için söz konusudur. Allah’ın insanla ilgili takdiri söz konusu olunca, insanın kaderindeki fiilleri iradesine bağlı olmayan ve tabi olan fiiller diye iki grupta incelemek gerekir. … İnsanın iradesini kullanmasıyla ilgili olup neticesinde kulun mes’ul olacağı kaderi şöyle tarif edebiliriz: İnsanın hür iradesiyle yapacağı şeyleri, nerede ve ne şekilde seçeceğini Allah’ın bilmesi, zamanı gelince de yaratmasıdır.” Ayrıca yukarıda isimleri zikredilen her iki kitabında da muhtelif yerlerde, iradî bir fiille meydana gelen olaylar için “kader değildir” şeklinde ifadeler kullanılmıştır.
Bununla ilgili kanaat ve itirazımız: İşte şu söz ve ifade tarzı bizce usulen ve teknik anlamda hatadır. Gerçi halkın zihnindeki kader ve takdir anlayışına göre, mecbur edici ve zorlayıcı şekilde bir belirleme mânasının olmadığını göstermek maksadıyla kullanılan ve doğru bir mâna bulunan bir ifadedir fakat yine de bizce usulen, teknik olarak uygun değildir ve işin hakikatini ifade etmekten uzaktır. Çünkü insan bedeninin yaratılışı için kader planıyla takdir edilmiş olmasına olan ihtiyaç, aynen iradî fiillerin fiziksel yaratılış süreçleri için de söz konusudur. Nitekim Kamer Suresi 49. Ayette mealen, “O Allah ki göklerin yerin mülkü Onundur. O evlât edinmemiştir. Mülkünde bir ortağı da yoktur. Her şeyi O yaratmış ve her yarattığına bir ölçü ve nizam vererek onun kaderini tâyin etmiştir.” ifadeleriyle canlı, cansız varlık ve iradî-irade dışı fiil ayrımı bulunmaksızın “yaratılan her şeye bir ölçü ve nizam verilerek kaderinin tâyin edildiği” beyan edilmiştir ve mantıklı olan da budur. Benzer ayetlerde geçen ifadeler için, “insanın iradî fiillerini kapsamadığı” düşüncesi ise garip ve zorlama bir varsayımdan başka bir şey değildir kanaatimizce. Zorlamadır, çünkü kader ve irade arasında var olduğu sanılan çelişkiden kurtulmak için bu varsayım mecburî olarak kabul edilmiştir, ciddî bir temele dayanmamaktadır. Genel bir ifadenin (her şey ifadesinin) içinde elbette özel de dâhildir, bazı ferdler hariç ve istisna tutulmadığı sürece. Halbuki yazımızda insanın iradî fiillerinin de her şey gibi kader planı belirlenmiş olarak yaratım sahasına çıkmasının zarurî olduğu ve bu gerekliliğin iradenin hürriyetine zıddıyetinin olmadığı detaylı olarak çözümlenmiştir. “İradî fiiller takdir edilmemiş, onlar kader değil (!)” demek, onların plansız programsız yaratıldığını kabul etmek demektir. Bunların planının, programının olduğunu söylemek ve kabul etmek ise, aynı zamanda bunların nasıl olacağının belli olduğunu da (yani takdir edilmiş olduğunu) kabul etmek demektir. Nasıl olacağı belli olmayan, nasıl meydana geleceği belli olmayan, şekli şemali, teşekkülâtı belirlenmemiş, takdir edilmemiş yani kararlaştırılmamış plan, program olur mu?!
Ezelî, ilahî takdir ve hür irade arasında bize göre (içinde bulunduğumuz boyuta göre) görünen çelişkiyi güya ortadan kaldırmak ve problemi çözmek için, “iradî fiillerde kader ve takdirin olmadığını söylemek” ondan çok daha tutarsız ve problemli, öyle çelişkili bir yaklaşımı ortaya koyar ki; bunun yerine Allah’ın geleceği bilmediğini ya da iradî fiilleri veya eşyayı bir plan ve programla yaratmadığını, yoktan yarattığını iddia etmek; ondan çok daha tutarlı bir yaklaşım olur. Tüm eşyayı plan ve programla ve ilahî ilim ve kaderiyle, takdiriyle yarattığını kabul edip de, sanki onların fiziksel yaratım süreçleri yokmuş gibi ve o fiziksel yaratım süreçleri ile o fiiller bir beraber ve bağlı değillermiş gibi (!) iradî fiilleri bundan istisna tutmanın meydana getireceği çelişki; takdir ve iradenin zâhiren, yüzeysel bakıldığı zaman, içinde bulunduğumuz boyutun zaman ve mekana bağlı olmasından kaynaklanan görünürdeki çelişkiden çok daha büyük bir çelişkidir. Başlı başına çok dallı ve boyutlu bir problemdir, çözüm değildir. Yaratımını ve plan ve programını zamansız bir boyutta gerçekleştiren bir yaratıcının takdir ve kaderiyle insanın hür iradesini bir arada düşünemeyen bir zihin, iradî fiillerin plansız, programsız, kadersiz, takdirsiz yaratılmasını nasıl tasavvur etmektedir?! Bunların teknik anlamda ve en son bilimsel bulgularla uyumlu izah ve gerekçeleri ve çözümlemeleri yazımızda önceki bölümlerde en detaylı şekliyle aktarılmıştır.
Yukarıda geçen kader tanımı dikkat edilmeden okunduğunda doğru gibi görünse de, iradî fiillerin kaderin planıyla değil, sadece ilahî ilimle ve anlık olarak, yoktan yaratılması gibi çelişkili ve garip bir mânayı içermektedir. Çünkü bilinen bir şeyin tayin, takdir edilmemiş olduğunu ifade etmek mantıklı olmaz. Çünkü bilinen bir şey, aynı zamanda belli olandır. Belli olmayan, ne olacağı bilinmeyen bir şey adı üstünde bilinemez. Tayin ve takdir de belirleme, kararlaştırma manasındadır. Fakat bu, ne olacaksa onu bilip tayin, takdir etme olduğundan ve bu tayin işi de, olacak olayın “fiziksel yaratım sürecinin plan ve programını hazır etme” manasında olduğundan hür iradeye teması olmaz, onunla çelişme problemi de doğurmaz. Çünkü tüm hadiselerin “aynı anda meydana geliyormuş gibi” bilinme imkânı vardır. Bunun nasıl olduğunu ve mahiyetini anlayamayız, çünkü biz o boyutta değiliz. (İradî fiillerin takdir edilmemiş olduğu ifadesinden kasıt, iradeyi zorlayıcı bir hüküm olmaması manasında ise, bunun yolu ve ifade ediliş şekli, böyle olmamalıdır kanaatimizce.) İsmail Mutlu hocamızın 2015 basımlı Büyük İslam İlmihali eserinde geçen kader tarifinin içinden, “bu bilgisine göre irade ve takdir etmesi” ifadesinin çıkartılmış olduğunu fark ettik. Bu ilmihalde hocamızın eski kader tarifi şöyledir: “İnsanın hür iradesiyle yapacağı şeyleri, nerede ve ne şekilde seçeceğini Allah’ın bilmesi, bu bilgisine göre irade ve takdir etmesi, zamanı gelince de kulun tercihine göre yaratmasıdır.” İşte kanaatimize göre irade ile kader arasında zorlayıcılık ilişkisi olmaması maksadıyla güncellenen bu yeni ve bizce eksik tarif, yukarıda kısaca ve yazımızda detaylıca tahlilini yapmış olduğumuz farklı problemlere kapı açmıştır.
Şunu da önemle ifade etmek gerekiyor: “İnsanın yaratılışı takdir edilse de, fiilleri takdir edilmemiştir.” ifadesine, ilk rastladığım anda olduğum derecede tepkili değilim. Bu ifadede önemli bir hakikat var ya da doğru bir mâna kasdediliyor, fakat geliştirilmesi gerekiyor, bu şekilde kullanma imkânımız birkaç açıdan yok, o yüzden daha ileriye taşımak gerekiyor. Bu ifadeyi geliştirmek, tashih etmek ve ilave izahlar yapmak gerek diye düşündüm çünkü ifade ettiğimiz ve detaylı olarak çözümlediğimiz gibi, iradenin hürriyet ve serbestiyetini vurgulayacağım derken başka problemlere yol açılıyor. İtikad mezhepleri farklı yaklaşımlardaki hakikat parçalarını birleştirip geliştirmek yerine birbirlerini çürütmeye çalıştıklarından bunu tam mânasıyla yapamamış olabilirler diye akla geliyor. Bizim öyle bir taassubumuz ve derdimiz yok. Hem onların zamanındaki bilimsel bulgular ve bilgiler de o zaman yoktu. Fakat geliştirilmiş güncel bir izah olmadan klasik ve genelleştirilmiş (her şeyin takdir edilmiş olduğu) ifade tarzı da yetersiz kalıyor ve yanlış anlamaya (kaderciliğe) sebep olabiliyor, bunu da kabul etmek gerekiyor kanaatindeyim. Her şeyin Allah’ın takdiriyle meydana gelmesi gerekliliği meselesinde, ilahî takdiri ikiye ayırıp, iradî fillerde bu takdirin sadece fiziksel yaratım süreci için gerekli olduğunu, irade meyelanının tasarrufu için ihtiyaç olmadığını, çünkü zaten maddî bir varlık olmayıp emr-i itibarî olduğunu ama bu meyil (iradenin farklı alternatifleri tercih edebilme kabiliyeti) ile onun fiziksel sürecinin beraber olduğu ve ezelî ilimde de hâdise belli olduğundan, “her şeyin takdir edilmesi” genel tabiri ile söylenmesi gerekliliğini vurgularsak problem kalmaz diye düşünüyorum. Yani o iradî fiilin fiziksel boyutunun belirlenmesi ve tercih boyutunun da belli olması (ezelî ilimde mâlum olması) söz konusu ve her ikisinin de bir ve beraber meydana gelmesi sebebiyle de iradî fiiller “takdir ve tayin edilmiş olarak” yaratım sahasına çıkıyor. Fakat bu elbette halkın zihnindeki gibi, insan iradesinin tercihinin “önceden belirlenmesi” anlamında bir takdir tarzında değil. İradî fiillerdeki ilahî takdirin mahiyet farkının çözümlemesini bir önceki (altıncı) bölümde yapmıştık.
Klasik takdir tarifi olan “Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratmasıdır” ifadesi yanlış bir mânaya kapı açtığı gibi, “iradî fiiller takdir edilmemiştir ve kader değildir” ifadesi de aynı şekilde ve farklı bir yönden yanlış bir mânaya kapı açmaktadır. Dolayısıyla bizce “iradî fiiller takdir edilmemiştir ve kader değildir” ifadesi yerine, hür iradesi vurgusu yapılmalı, iradî fiillerdeki takdirin mahiyet farkı ortaya koyulmalı, fakat iradî fiiller de dâhil olmak üzere her şeyin fiziksel yaratım sürecinin, Allah’ın ilahî ilmi, kudreti ve iradesi ile ve kader planı, programı, tabiri caizce krokisi, şablonu üzerinde meydana geldiği kabul ve ifade edilmelidir. Çünkü bu şekilde ifade edilmezse ve âdeta kolaycılığa kaçılırsa; kâinattaki her şey ilahî kader planı, programı ile meydana gelirken, iradî fiillerin plansız programsız, âdeta yoktan yaratılarak meydana geldiği gibi uygunsuz ve abes bir mâna ortaya çıkmış olacaktır. Halbuki ister iradî olsun, ister irade dışı fiiller olsun, isterse kâinattaki diğer tüm eşyanın hareketi ve yaratılan bütün hâdiseler olsun, hepsinin istisnasız olarak aynı tabiat kanunlarına bağlı olarak, bir plan ve program tahtında işledikleri ve ona göre yaratıldıkları göz önünde görünen bir hadisedir. Dolayısıyla, iradî fiillerin Allah’ın yaratmasıyla ve onayıyla gerçekleştiğinin ifade edilmesi, bu açığı kapatmaya yetmez.
SEKİZİNCİ BÖLÜM: KADER İNANCININ VE İRADÎ FİİLLERİ DE KAPSAYAN EZELÎ TAKDİR ANLAYIŞININ HİKMETİ
Şimdi bu geldiğimiz noktada, iradî fiillerin de diğer tüm yaratımlar gibi, ezeli/ilahî ilim ile takdir edilmesinin farklı bir yönden gerekliliğinin ve insanın fiillerini de kapsayan kader inancının varlık sebebi ve hikmetinden konu açacağız. Kader inancının Allah’a iman hakikatinden beslendiği ve kaynaklandığı halde, ondan ayrı ve farklı, derinlikli bir hakikati ve hikmeti vardır. Bu hikmetin bir yönü kâinata, diğer yönü de insana bakar. Şöyle ki: Kâinatta yaratılan her şeyin neticesi ve akıbeti itibariyle hayır ve güzel olması ve insana bambaşka bir teselli, sevinç ve ümit vermesi ve dayanak noktası olması kader itikadının önemli hikmetlerindendir. Daha farklı hikmetleri de var. Bunları elimizden geldiği kadarıyla bir parça detaylandıracağız.
Tevhid hakikatinin en ileri mertebelerini aklen ve kalben tamamen kabul edip iman eden bir mü’min, elbette şüphesiz inanır ki, kâinat üzerinde ne hadise cereyan ediyorsa hepsi, her an ve bizzat Allah’ın ilahî kudret ve iradesi ile yaratılmaktadır. “Elbette böyle büyük ve hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan bir hakikatten kendim dahi istisna kalamam” diye hükmeden mü’min, kendi yaptığı fiiller ve meydana getirdiği işlerin de ancak ilahî kudretle vücuda geldiğini kabul edecektir. Kendine ait olmayan ve kendisi işletmediği bir vücutla yaptığı işlere hakikî manada sahip olamayacağına dair farkındalığı ise, bunlar ile gururlanamayacağı gerçeğini de beraberinde getirir. Eşyanın tamamının ancak ve yalnızca ilahî kader programıyla ve tasarım şablonlarıyla, hassas planlarla yokluktan varlık sahasına çıkabileceğine olan derin ve kesin inancın son noktasında, her şey gibi kendisinin de bundan ayrı kalamayacağını farketmekle gururdan kurtulmak mümkün hale gelir.
Çünkü o mü’min öyle inanır ki, kendisindeki benlik ve iktidar, yalnızca Allah’ın icadının ve ikramının bir perdesidir. Hakikatte her şeyi yaratan ilahî kudrettir. İşte tam da bu en ileri ve en son noktada -sorumluluktan kurtulmamak hikmetiyle- insanın iradesi devreye girer. Burada kader ve iradenin varoluş hikmetlerine ve kullanım maksatlarına bakmak gerekiyor. Yani irade ne için var? Kader hangi manaya hizmet ediyor? İrade, insanın sorumluluktan kurtulmaması için ve işlediği kötülüklerin kendisinden bilinmesi hikmetiyle ve kader ise, başa gelen musibetlere teselli olmak ve işlenen iyiliklerle gururlanmamak maksadıyla inanç esaslarının içine dâhil olmuş.
Burada tüm zamanları ve mekânları aynı anda görebilen, bilebilen ve neticelerini kaderî planıyla işleyebilen ve takdir edebilen bir ilahî ilim, kudret ve iradenin söz konusu olduğunu göz önüne alıp, değerlendirmelerimizi de ona göre yapmalıyız. Yani bir insan iradesi ile bir kötülüğü işlemeyi tercih eder ve isterse, mesuliyet tamamen kendisine ait olur. Fakat kader, görünüşte kötü olarak meydana gelen o fiilin, neticesi itibariyle ve genel yaratılış çerçevesi içindeki güzel konumunu bilir ve ona göre planlar, takdir eder ve o hikmetle yaratır. Yani insan yaptığı işin sadece kendine bakan yüzünü düşünür ve bilir. Fakat Allah o işin her şeye bakan hakikî yüzünü ve genele bakan neticelerini de bilir, görür ve ona göre takdir edip, yaratır. Bu, hem neticelerde, hem de sebeplerde geçerli bir hüküm olur. Yani hem yaratılan bir fiilin neticesi itibariyle güzel olacağı noktasından o şeyin yaratılması güzel olmuş olur.
Daha önce de aktardığımız önemli bir ayet meâli: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid, 57/22, 23)
İrademizle yönlendiremeyeceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz hâdiselerde üzülmememiz ve tercihte bulunma serbestiyetimizi doğru yerde kullanmamıza bağlı olarak Allah’ın yaratmasıyla vücuda gelen iyiliklerimiz ve sahip olduğumuz nimetlerle de şımarmamamız ve kendimizden bilmememiz gerekliliği, kaderin hikmetini çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
Eşyanın bütününde ve neticesi itibariyle hayır ve güzelliğin hâkim olması, ancak tüm zamanları ve mekânları aynı anda görebilen, bilebilen ve neticelerini kaderî planıyla işleyebilen ve takdir edebilen bir ilahî ilim, kudret ve iradenin varlığına bağlıdır ve ancak bu şekilde mümkün olur.
İnsanın yaptığı tercihe göre, o kâinatın kendine özel olarak şekil alacağını ve başına gelecek hâdiselerin vaziyet alacağını bilmesi ve âdeta kendisi için özelleştirilmiş bir kâinatın mevcudiyeti, yine ancak ezeli bir kader ve takdir ile mümkün olur.
Tevhid ve Allah’a iman esasının haricinde buna ilaveten diğer bir itikad esası yani kadere iman ve her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğu inancının ortaya koyulması ve bunun insan için ifade ettiği anlam ve bu iman esasının varoluş hikmeti bambaşkadır. Her şeyi Allah’ın yaratması, hiçbir hadisenin tesadüfen ve onun izni olmadan yaratılmaması önemli bir meseledir fakat yine bu kavram önemli bir ölçüde eksik kalır ve kadere iman ve takdir inancının, her şeyin Allah’ın takdiriyle gerçekleştiği, ezelî bir ilimle tüm olacakların ve tercihlerimizin bilinerek kâinattaki hâdiselerin bir plan ve programa göre gerçekleştiği inancının verdiği teselliyi veremez. Çünkü ezelî ilmin gerçekleşecek tüm hadiseleri ve yapacağımız tüm fiilleri nasıl yapacağımızı ne şekilde ve ne niyetle yapacağımızı bilebilen ve ona göre etrafımızda hâdiseleri şekillendiren, mükafat veya ceza verebilen, bu mânada bizi her an (başımıza gelecek hadiseleri “önceden” bilerek) koruyabilen veya bize yardımcı olabilecek ezelî bir ilme, kudrete ve iradeye sahip olan bir Allah’ın kaderine iman etmek, bambaşka bir teselli ve ümit verir ve sarsılmaz ve kuvvetli bir dayanak noktası olur. Bambaşka bir şekilde, tevhid inancından çok daha farklı ve daha üst bir seviyede, yani her şeyin Allah’ın onayıyla yaratıldığı inancından daha üst bir seviyede bir teselli verir, üzüntü ve kederi ortadan kaldırır. Yoksa diğer türlü olsaydı, Allah’ın ezelî bir ilmi olmasaydı veya tercihimize ezelî ilmiyle bilerek ve nazara alarak bize özel yaratılmış bir kâinatı takdir ve tayin etmemiş olsaydı iş çok başka olurdu. Eğer “o anda sen istiyorsun, O da onaylayıp yaratıyor” şeklinde olması, ezelî kader ve takdir inancına kıyasen kısıtlayıcı bir durum. Burada kadere imanın vermiş olduğu derinlik ve o geniş ve büyük teselli, üzüntü ve kederden kurtulma durumu onun kadar olmazdı. Zaten eğer kadere iman ve takdir anlayışı “sadece Allah’ın yaratması ve onay vermesi” kavramıyla sınırlı olsaydı, zaten aynı mâna Allah’a iman ve tevhid hakikatının içerisinde mevcut. Neden ona ilaveten ayrıca bir kadere iman ve hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanma gibi ayrı ve farklı bir iman esası olsun ki. Böyle bir şeye gerek yok.
Her şeyin kaderinin belli olması, takdir edilmiş olması kavramı, insanın teselli bulması ve korkmadan, güven içinde yaşaması içindir, sorumluluktan kaçması için değildir. Kader ve takdire, insanın iradesine göre Allah’ın onay verip yaratması şeklinde bir izah ve tarif getirilmesi, kader gibi bir iman esasının varlığını tamamen hikmetsiz hale getirir. Böyle bir tarifte kaderin varlık sebebi yoktur. Tamamen lüzumsuz bir inanç esası olur. Çünkü ifade edilen mana zaten Allah’a iman yani tevhid iman esasında mevcuttur ve o mana karşılanmaktadır. (Zaten biz kaderi iman esasından saymıyoruz denilse bile tespitimizin esası aynı kalır, çünkü kader itikadı yukarıda aktardığımız ayete ve diğer birçok ayet hükmüne göre zaten inkâr edilemez bir itikad esasıdır.)
“İradî fiillerin takdir edilmediğini ve kader olmadığını ifade etmek gerekliliği” kanaatinde olanlar için itirazımızın bir kısmı şu şekildedir: Bu görüş sahipleri haklı gerekçe olarak ileri sürdükleri bazı fikirler şöyle: İnsanlar ilahî ilmin her şeyi takdir etmesinin, hür iradeyle görünürde olan zıtlığı ve çelişkisini ve nasıl bağdaştığını bilemiyormuş da, kaderi inkar ediyormuş veya yanlış bir tasavvur nedeniyle kaderci oluyormuş. Böyle bir gerekçe asla kaderle ilgili itikad kaidelerini değiştirmeye haklı bir gerekçe olamaz. O halde benzer şekilde, Allah’ın her şeyi yarattığını aklına sığdıramayan, bunu anlayamayan bazı insanlar da yaratıcıyı ve kudretini inkâr ediyor diye, aynı şekilde diyelim ki: “Allah her şeyi yaratmıyor da, bazı şeyleri yaratıyor, her şeyi bilmiyor da, bazı şeyleri biliyor!” Böyle mi diyelim? Nasıl, uygun olur mu? Böyle bir yaklaşım haklı ve kabul edilebilir olabilir mi, elbette olamaz. Kader meselesi de aynı şekildedir. Zaten hiç merak edilmesin, o kader konusunu anlayamayan, o ilahî ilmin “önceden” ya da zamansız bir boyutta bilebilmesini ve ona göre takdir edebilmesini kabul edemeyen, tasavvur edemeyenler daha ziyade çocuk derecesinde olanlar ya da hiçbir şekilde ciddî bir imanî bilgi birikimine sahip olmayanlardır. Yoksa paralel evrenler ve zaman yolculukları gibi zihni zorlayan türlü çeşit bilim kurgu senaryolarıyla sürekli haşır neşir olan ve bu tür kavramlara çok hâkim olan günümüz gençliği ve insanları, elbette ezelî ilim konusunu da mâkul ve kabul edilebilir bir yaklaşım olarak görmekte, sanıldığı kadar zorlanmayacaklardır. Fakat muhatabın imanî konularda altyapı sahibi olunması ve kaderle ilgili konuların ikna edici şekilde ders verilmesi şartıyla. Herhalde hiçbir fizik kitabı okumamış ve fizik bilimiyle ilgili altyapısı olmayan birinin, fizikle ilgili bir konuyu ayak üstü bir diyalog esnasında tam veya doğru anlayamamasının kusuru, fizik bilimine verilemez ve fizikçiler bu konuyu çözümleyememiş, halledememiş denilmez veya bu fizik konusu halk tarafından yanlış anlaşılıyor ve hatalı mânalar veriliyor gerekçesiyle, fiziğin o konusunun ortadan kaldırılması veya değiştirilmesi teklif edilemez ve böyle bir görüş haklılık kazanamaz!
Aslında iradî fiillerin ilahî takdir ile gerçekleşmediğini ifade etmek veya böyle ifade etmeye kendini mecbur bilmek (bilinsin veya bilinmesin) şu anlama geliyor denilebilir: Biz insanın iradî fiillerini Allah’ın ezelde takdir etmesi ile hür iradeyi izah edemiyoruz, bu iş çelişkili ve içinde cebir (iradeyi zorlama, mecbur kılma) görünüyor. Bu problemi izah etmek ve çözmek yerine, biz basitçe işin kolayına kaçalım, insanların da hiç kafalarını gereksiz yere karıştırmayalım (!), Allah iradî fiilleri takdir etmiyor, iradî fiillerde kader yoktur!” diyelim ve işin içinden kolayca sıyrılalım. Bu konuda da ciddî mânada ve alternatif bir yaklaşım olabilecek bir düzeyde gerekçelendirme, izah, ispat, temellendirme ve çözümleme yapmayalım, eski klasik/geleneksel görüş diye hafife aldığımız yaklaşım sahiplerinin yaptıkları gibi, ciddî bir fikir sistematiği oluşturmak için çaba da sarf etmeyelim. Nasıl olsa bu “ezelî ilimle insan fiillerinin takdir edilmiş olması” görüşü bizim ortaya attığımız bir yaklaşım değil, neden onu açıklamak için efor sarf edelim?! Ama onun yerine geçecek tutarlı bir yaklaşım üretmek için de uğraşmayalım. Ondan sonra da, insanlar bizim bu fikrimizi ve kanaatimizi, bu sağlam dayanaklarla detaylı olarak temellendirilmeyen görüşümüzü öylece kabul etmelerini isteyelim ve buna da doğru ve sağlıklı kader anlayışı diyelim. Bunun pratikte (kısıtlı bir alanda ve sadece iradî fiiller için dahi olsa) kader ve ilahî takdiri inkâr etmekten ne farkı var?! (Burada gayret ve niyeti samimî olan ve aynı görüşü ifade edenler lütfen tabirlerimizden gücenmesinler. Çünkü hak namına, onların hatırlarını kırmak pahasına, bu görüşün ne mânaya geldiğini söylemek zorundaydık, kusurumuza bakmasınlar.)
Zaten kader ve takdir özellikle iradî olan fiiller için ortaya koyulmuş bir kavram ve iman esasıdır. Siz bu kabulü tam tersine çevirip iradî fiiller için kader, takdir yoktur, iradî olmayan fiiller için kader, takdir söz konusudur dediğiniz zaman, sizin klasik diye tabir ettiğiniz kader ve takdir kavramını kabul etmeyip reddettiğiniz yani inkâr ettiğiniz manası çıkar.
Ayrıca yaratıcının hâdiseleri yaratmasını kabul etmeniz ve yaratıcının cüz-i irade ile meydana gelen fiillere onay verdiğini ifade etmeniz, kadere iman meselesinin içine bağımsız olan dâhil olan bir konu değildir. Kaderin mahiyeti Allah’a iman esasından farklıdır. Allah’a iman esasında zaten tüm hadiseleri Allah’ın yaratması söz konusudur ve bunu ifade eder. Halbuki kadere iman da aynı kapsamda ifade edilecekse, bir içerik farklılığı olmayacaksa, neden Allah’a imana ilaveten, ayrı ve farklı bir iman esası (veya itikad kaidesi) ortaya koyulsun? Bu mânasız ve hikmetsiz olur. Dolayısıyla böyle bir anlayışın uygun olmadığı kanaatindeyiz.
Kader inancının ve iradî fiilleri de kapsayan ezelî takdir anlayışının iki temel ve önemli hikmeti daha var. Şimdi geldiğimiz noktada bunları aktaracağız.
Eşyanın plan ve programla olmasının ve yoktan yaratılmamasının iki temel hikmeti var:
Birisi eşyanın hareketinin düzenliliği nedeniyle tespit edebildiğimiz ve kaideleştirebildiğimiz tabiat kanunlarını kullanarak bilim ve teknoloji üretebilmemiz ancak bu şekilde mümkün oluyor.
Diğeri Allah’ın sanatını, kudret, hikmet ve iradesini görüp hayran kalabilmemiz, marifetullah (Allah’ı tanıma) derecelerinde mesafe katedebilmemiz ve yaratıcının varlığını anlayabilmemiz de, yine ancak bu şekilde mümkün oluyor.
Ayrıca levh-i mahfuz ve levh-i mahv ispat olarak isimlendirilen, nihaî kader defteri ve yazar-bozar anlamında değişebilir-dinamik bir kudret defterini kavramlarının günümüz bilimsel bulgularına göre gayet hikmetli ve gerekli olduğunun göstergesi de, kuantum süper pozisyon kavramıdır. Yani maddenin imkânlar yığınından, belirli kararlı bir hâle ancak bir gözlemcinin dahil ve şahit olmasıyla geçiş yapabilmesine yönelik kuantum fiziği deneysel bulguları (çift yarık deneyi), Allah’ın bize tüm alternatif kader şablonlarını da, planlarını da hazır ettiğini ve biz irademizle, gözlem ve şahitliğimizle hadisenin, kâinatın içine irademizle dâhil olduğumuz zaman, o şablonlardan bir tanesini çıkarıp ortaya koyduğunu göstermektedir. Bu da başlı başına ilahî takdir ve tayinin, hâdisenin içine dahil olan gözlemcinin iradesine göre şekil aldığını ve aynı zamanda hâdise oluştuğu anda (yaratıldığı esnada) o kader şablonlarının hazır vaziyette olduğuna işaret eder.