Akıl-Vahiy İlişkisi ve Bazı Hadis Rivayetlerinin Bilimsel Bulgularla Tevil ve Müdafaa Edilmesi Hakkında
İlgili Video: https://youtu.be/gEluRNXGpW0?si=ZUyvbcnyCRoDqKxn
(Bilimler Işığında Yaratılış kanalının “Deve İdrarı Faydalı mı? Çörek Otu Ölüme Çare mi? Yüzlerce Makale İspatladı! Dr. Samet Yahya Bal” isimli videosu)
Ön Bilgilendirme: Videoya yazdığımız aşağıdaki yorum haricinde irtibatlı diğer yazılarımızı da aşağıya alıyoruz. Böylece kaynakça mahiyetinde bir inceleme yazıları derlemesi olsun istedik.
Videoda Samed hocamızın yaptığı izah ve tespitlerde çok kayda değer bilgiler var ancak genel yaklaşım, takdim ve izah konusunda önemli bir sorun görüyorum, o da şudur: Video ve açıklamalar ağırlıklı olarak (sanki böyle bir mecburiyet ve şart varmış gibi) hadislerin muhakkak savunulması yönünde. Her ne kadar farklı yönlerden izahlar yaptıysa da bunlar yeterince izah edilmedi, önemle vurgulanmadı ve herkesin anlayabileceği açık bir üslup ve günümüz dilinde ifade edilmedi. (Dolayısıyla böyle bir tablo görünüyor. Bu istenmeyen bir durum. Zaten sunumda bahsettiğimiz yöndeki vurgunun zayıf ve ihmal edilmiş olduğunu itirazcı yorumlardan anlabiliyoruz. Demek genel çerçeve doğru anlaşılamamış.)
Şunu kastediyorum: Akıl esastır, nakil ise akıl ile çatıştığı zaman akıl esas olarak itibar edilendir, nakil ise en iyi ihtimalle tevil edilir, yorumlanır. (edilebilir, illa ki edilecek diye bir şart yok) Hadis peygambere isnat edilen sözdür, peygamberin kendisi değil. Dolayısıyla kaynağı sağlam hatta mütevatir bile olsa, akla/bilime/dine zıt görünen bir rivayet metnini kabul etmek, amel etmek ve tevil etmek şart değildir. Önce bu sağlam İslami kaideyi iyi bir vurgulamak ve zihinlere yerleştirmek hatta çakmak lazımdır. Bunun ihmali ve bu kaideyi yeterince önemle vurgulamamak vahim bir hatadır çünkü esas problem buradan yani bu temel yaklaşıma insanların sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. (Dediğimiz gibi Samed hocanın her ne kadar bu yönde birçok izahları oldu ama eksik ve zayıftı.)
İki aşırı uç var, biri akla/bilime zıt görünen bir hadis metnini inkar ve red etmek ve diğeri ise görünen yüzeysel manasını mutlak bir teslimiyetle aynen alıp kabul etmek ve amel etmek. Halbuki hakikat bu ikisi arasındadır çoğu zaman. Ama genel kaide itibariyle dış (zahiri, görünen) manası akla/bilime/hatta genel islami kaidelere aykırı görünen bir rivayet metninin inkar edilmese bile, kabul edilmesi veya amel edilmesi şartı asla yoktur, çünkü herkesin böyle bir hadisin tevilini araştırma veya öğrenme şartından bahsedilemez, bilemeyebilir, haberi olmayabilir. Bu durumda kabul ve amel etmemek ama inkar da etmeden öylece bırakmak ve belki muhtemelen ya o söz peygambere ait değildir veya bilmediğimiz bir mana ve tevil ve tabiri vardır demek en sağlıklısıdır.
Yani sağlıklı olmayan tarz, bu tarz hadisleri ısrarla (sanki tevil etmeye mecburmuşuz gibi) bin dereden su getirerek günümüz bilimine uygun olan tevilini bulmak için aşırı ve zorlama bir efor sarf etmektir. Çünkü bu tarz akla/bilime/islami kaidelere aykırı ve muhtemelen uydurma ve içine israiliyat karışmış ve çoğu da zaten kaynağı sağlam olmayan riyayetlerin dine verdiği zarar çok büyüktür. Müslüman bu konularda yukarıda ifade ettiğimiz doğru yaklaşıma sahip olarak, gayet kendine ve dinine güvenli bir şekilde rahat olmalı, illa ki bu tarz rivayetleri müdafaa edeceğim, hakikatini ortaya çıkarıp mucizeliğini göstereceğim diye manasız ve zorlama gayretlerin içine girmemelidir.
“Takarrur etmiş (yerleşmiş, genel kabul görmüş) usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri (çatıştıkları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” (Muhakemat, Birinci Makale / Unsuru’l-Hakikat, Bediüzzaman Said Nursi)
Vahyin mesajının ve ifade ettiği mananın doğru anlaşılması, ancak aklın işletilmesi ile mümkün olacağından elbette akıl esastır ve önceliklidir. Hatta vahyin hakikatinin kabulü ve ispatı da, ancak akıl ile gerçekleştirilebilecek bir iş olduğundan vahyin kabulünde de aklın elbette önceliği vardır.
KUR’AN-HADİS İLİŞKİSİNDE DENGELİ VE ÖLÇÜLÜ YAKLAŞIM
Burada iki aşırı uç var, sadece Kuran ile anlamaya çalışmak ve hadis rivayetlerini vs kabul etmemek ve bir de mesela bir uydurma, zayıf ve Kuran’a ve İslam’ın temel ilkelerine açıkça zıt bir hadisle ayeti tevil etmek, açık manasını kabul etmemek. Bu ikisi de hatalı.
Ancak temel olarak hadis, tefsir-i Kur’an’dır. Şimdi bunu söylemeden olmaz. Eksik olur. Bunu ifade etmezsek yani hadisin, sünnetin, peygamberimizin İslam ve Kur’an’ın anlaşılmasında ne kadar önemli bir yeri olduğunu vurgulamazsak, o da doğru olmaz. Bu konuda ölçülü bir yaklaşım lazım. Şimdi bu konuda bir altyapısı olmayan kişi, rivayetin peygamberin sözü demek olmadığı yönündeki bazı anlatımlar nedeniyle hadis ve sünnete olan hürmeti ve verdiği önem, kıymet azalabilir. Bu noktalara dikkat etmek gerekiyor.
Kur’an’a ve İslam’ın temel ilkelerine, akla vs. uygunluğunu nazara almadan rivayet esaslı bir anlayış kadar, sadece Kur’an’ı tek kaynak olarak görmek de zararlı ve mahsurludur. Bunun doğru ve sağlıklı ve orta yolu, tüm İslami kaynaklardan beslenerek, bütüncül bir yaklaşım geliştirmektir.
Özellikle kesin, temel ve ihtilafsız bir İslâmî hüküm olmayan konularda… Sadece Kur’an demek de, Kur’an’ı arkaya atıp bazı rivayet ve içtihatları Kur’an’ın temel kaidelerine zıt olduğu halde esas almak da isabetli bir yaklaşım değildir. Bu tespit ve yaklaşımımız gayet ölçülü ve orta yolu bulan dengeli bir yaklaşımdır. Kurani, İslami temel kaidelerle çelişkili görünen ve akla, evrensel insani değerlere de aykırı görünen hadis rivayetleri en sahih kaynaktan dahi gelse (ki tek ravili oluyor bazen) ve mütevatir bile olsa, o tarz hadislerle amel edilmesi uygun değildir. Rivayet demek kesin olarak peygamberin sözü demek değildir. Hadis usülünde sahih olan her hadisle amel edilmez. İnkar edilmese de kabul edilmez veya amel edilmez. Böyle bir durumda da din elden gitmez, peygamber inkar edilmiş olmaz!
Bununla beraber sahih hadis demek, senedi-rivayete esas olan vesikası sağlam, sağlıklı olan hadis demektir. Peygamberin ağzından çıktığı, yüzde 100 kesinlikte olan söz demek değildir. Bunun da ayrıca iyi bilinmesi gerekir. Zaten hadis uyduranlar da, inanılır ve güvenilir kişilere (Hz. Ali, Hz. Ömer gibi) bu hadisleri isnat etmekte, uydurma bir hadise sahih görünümlü bir senet koyarak servis edebilmektedirler. O yüzden temel ölçü, hadisin senet zinciri değil, akıl ve İslami kaidelere uygunluk kriteridir.
HADİSLERİ KURAN’A ARZ ETMEK!!?
Hadisleri Kuran’a arz etmek (veya sadece Kuran ile Kuranı anlamak) kendi içinde celişkilidir. Çünkü sahih hadis, tefsir-i Kurandır.
Özet olan ve tefsire muhtaç bir metinle, tefsir olan metin nasıl kritik edilebilir? Tersi olsa belki. Bu mantıken ters.
O halde her ikisini de doğru anlayıp, doğru çıkarımlar yapmak için haricî ve üçüncü bir kaynak ve birikim lazımdır. O da akıl ve 1400 senelik İslamî ilim mirasıdır.
Mesela anayasanın uygulaması kanunlarla şekillenir ve kanunların uygulama esaslarını ve detayları da uygulama iç genelgeler, tebliğler, özelgeler, sirküler vs. belirler ve açıklar.
Kuran anayasa ise, hadisleri kanun ve İslamî ilim birikimini de uygulama iç genelgesi ve tebliğ yerinde görebiliriz.
Bu durumda sadece temel kaidelere uygunluk açısından kanun ve iç genelgeler anayasa ile değerlendirilebilir.
Yoksa detaylarda ve uygulama esaslarında zaten anayasa -tek başına- yetersiz bir metindir. Kuran da kendi konusuna giren noktaların haricinde aynı yetersizlik konumundadır. (Bu yetersiz ifadesinden rahatsız olmamak gerek, çünkü ne için gönderilmişse hangi fonksiyonu üstlenmişse ancak o noktada mükemmel olması, diğer noktaların başka kaynaklara havale edilmiş olması gerçek anlamda bir yetersizlik anlamını ifade etmez.)
Yetersiz bir metinle ondan daha detaylı bir metnin kritiğini yapamazsınız. Bunu ancak ciddî bir hukuk birikimi ve bilgisi olan yapabilir.
Buna da hukukta hâkim, İslamda alim diyoruz!
AKIL MI, VAHİY Mİ ESASTIR VEYA OLMALIDIR?
Kaideyi tekrar aktaralım: “Takarrur etmiş (yerleşmiş, genel kabul görmüş) usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri (çatıştıkları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” (Muhakemat, Birinci Makale / Unsuru’l-Hakikat, Bediüzzaman Said Nursi)
Vahyin mesajının ve ifade ettiği mananın doğru anlaşılması, ancak aklın işletilmesi ile mümkün olacağından elbette akıl esastır ve önceliklidir.
Hatta vahyin hakikatinin kabulü ve ispatı da, ancak akıl ile gerçekleştirilebilecek bir iş olduğundan vahyin kabulünde de aklın elbette önceliği vardır.
Bununla birlikte, felsefe ve bilim, kâinatı sürekli anlamaya çalışmakta, fakat ya kesin ve net cevaplar bulamamakta ve uğraşıp durmakta ya da bulduğunu iddia ettiği cevaplar, böyle muhteşem bir kâinata yakışmayacak derecede sığ ve anlamsız kalmaktadır.
Evet, böyledir. Kâinatı, sadece kendi aklını kullanarak anlamaya ve gerçeğe ulaşmaya çalışan insanın hüsranı, kaçınılmaz olmuştur ve olacaktır.
Çünkü akıl, ilahî vahyin rehberliği olmadan kâinatın hakikatini kendi başına bilemez. Bununla birlikte aklın kendisi, ilahî vahye tâbi olmayı emreder, çünkü ilahî mesajın bütün söyledikleri aklîdir. Ve elbette ki, vahyin ifade ettiği hakikat de, doğru olarak, ancak akılla anlaşılır.
Dolayısıyla aklın esas olması, vahyin rehberliğini kabul etmekle birlikte, vahyi doğru anlama aracı olan akıldan hiç bir durumda vazgeçmemeyi ifade eder. Diğer türlüsü ancak taassubu ve kendi çarpık ve mutaassıp düşüncesini, vahyin manası diye kabul etmeyi sonuç verir ki, esasında bu işin pratiğinde vahyi değil, taklidi ve muhakemeden uzak aklını esas almaktır!
PEKİ, NEDEN AKIL TEK BAŞINA YOLUNU BULAMAZ ACABA?
Örneğin, biri sizi gizlice bayıltıp, bir ada içine kurulmuş bir tesise götürse ve uyandığınızda görseniz ki, tıpkı sizin gibi kendi isteği dışında adaya getirilmiş birçok insan da sizinle birlikte orada bulunuyor.
Ada içinde de bir konaklama tesisi kurulmuş. Ücretsiz yemek, konaklama ve gezinti imkânları sunuluyor. Âdeta bir ziyafete davet edilmişiz her birimiz.
Soruyoruz şimdi: Adada bulunanlar, ada içindeki tesisin kuruluş maksadını ve o ada içindeki tesise gönderiliş gayelerini nasıl bilebilirler?
Acaba, kendilerini oraya gönderenin bildirmesi haricinde, bu bilgiye ulaşmanın kesin bir yöntemi mevcut mudur?
Ayrıca aklı başında her insan, o cevapları bulmanın önemini takdir eder ve neden adaya getirildiğini merak etmenin, insan olmanın bir gereği olduğunu dava eder. Cevabı kimin vereceği ise, çok nettir: Sizi oraya gönderen ve o tesisi kuran, işleten kim ise, cevabı da o verecektir.
Eğer bir insan belli bir maksatla isteği dışında bir yere götürülmüşse, bu konuda söz hakkı onu oraya götürenindir. Oraya neden getirildiğini ve o insandan ne istendiğini doğru olacak bilecek ve söyleyecek yalnız odur. Başkası olamaz.
Bu nedenle önce bizi buraya getirenin kim olduğunu bulmamız ve sonra sorularımızın cevaplarını ondan öğrenmemiz gerekiyor.
Aslında çok basit bir şey söylüyoruz: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur”, mantıkî bir kaidedir.
Kâinatı yapan, içindeki dünya misafirhanesini işleten ve insanı bu kâinata kendi isteği dışında gönderen zat, elbette bunun nedenini ve insandan ne istediğini, ancak O bilir ve bildiği için, şüphesiz bildirecektir de.
Ve herhalde bildirmiş olmalıdır, öyle değil mi?
MESELEYİ ÇÖZÜMLEYEN VE YANLIŞ MANA VERMEYİ ENGELLEYEN İLAVE İZAHLAR:
Elbette akıl var, akıl var. Bizim buradaki esas olmasını doğru gördüğümüz akıldan kasıt, elbette hikmet manasındaki ve temel dinî kaide ve hükümlere muhalefeti bulunmayan hakikî akıldır. Yani, akıl akıl olsa gerektir.
AKLI OLMAYANIN DİNİ YOKTUR!
“Aklı olmayanın dini de yoktur.”(Hadis, Kenzul Ummal.C14,s.73)
Bu ifadenin bir manasını şöyle anlıyoruz: “Akıl işletilmeyen ve aklın onay vermediği ve muhakeme yoksunu dinî yaklaşım, düşünce ve zihniyetlerin dinde de yeri yoktur ve dince yok hükmündedir.”
İşte şunu demeye çalışıyoruz zaten: Aklın kendisi, ilahî vahye tâbi olmayı emreder, çünkü ilahî mesajın bütün söyledikleri aklîdir. (Genel kaide) Özel Kaide: Bunun dışındaki durumlarda da, vahye teslim ve tabi olmanın aklî bir tarafı vardır. çünkü doğruluğu sayısız delillerle kesin olarak ispatlanan ve iman ettiğin bir vahiy kaynağı için elbette sebep veya hikmetini bilemediğin noktaların da bir şekilde makul bir izahının olduğunu kabul etmeyi gerektirir..
Vahiy şu sebeple esas olamaz, akıl olmadan vahiy anlaşılamaz, anlaşılamayacağından vahyin esas olmasının bir anlamı olmaz.
Dolayısıyla aklın esas olması, vahyin rehberliğini kabul etmekle birlikte, vahyi doğru anlama aracı olan akıldan hiç bir durumda vazgeçmemeyi ifade eder. Diğer türlüsü ancak taassubu ve kendi çarpık ve mutaassıp düşüncesini, vahyin manası diye kabul etmeyi sonuç verir ki, esasında bu işin pratiğinde vahyi değil, taklidi ve muhakemeden uzak aklını esas almaktır!
(Konuyu takviye eden çok faydalı ve önemli bir parçayı aşağıya alıyoruz.)
AKIL VE İLAHÎ VAHYİN DOĞRU KONUMLARI
Biz ilahi vahyi (nakli) de akılla anlarız, naklin muteber olduğuna da aklî deliller neticesinde karar veririz ve yine aklen kabul ederiz ki akıl sadece kendi başına, rehbersiz, ilahi vahiy olmadan hakikati bulamaz. Fakat ilahi vahiy aklîdir ve olmalıdır. Bu nedenle akıl vahye uymayı gerektirir.
Vahiy, bizzat ve tek başına inancın kesin delili olamaz. Zira kısır döngü olur. Ancak vahyin doğruluğuna aklî deliller neticesinde hükmedildikten sonradır ki, vahyin bize iletilen her bir bilgisi için aklî delil aranması şartı da kalmaz ve özellikle aklen imkansız olmayan ahiretle ilgili (mesela cennetteki yaşamla ilgili tasvirler) aktarılan bilgiler gibi nakillerde aklî delil aranmaz ve vahyin doğruluğunun tabii neticesi olarak doğru kabul edilirler.
Risale-i Nur’un şeytanla münazara bahsinde oldugu gibi Kur’an’ı Allah kelamı kabul edip delilleri öyle incelemek gerekir ve bu yaklaşım da gayet makuldur.
Elbette rasyonel akıldan başka, kalple ve diğer latifelerle hissedilen, görülen, sezilen, keşfedilen çok hakikatler ve deliller var. Fakat bunlar özellikle başlangıç için kesin bir inanca esas ve dayanak olamaz.
Delilleri değerlendirirken yani henüz iman etmemişken bile ispat-inkâr arasındaki yapısal farklılıktan dolayı meselenin kayyumu (sabitesi) olarak imanı görmek aklîdir. Çünkü mantıken sadece bir delilin doğruluğu iman hakikatinin doğruluğunu gerektirir. Hâlbuki binlerce karşıt delil bile olsa (çünkü inkârdır) kesin olarak yanlış veya yok olmasını gerektirmez. (Bunun önyargıyla bir ilgisi yoktur.)
Mesele şudur: Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır. O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmaz, yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmaz.
Çünkü iman mesleği bilgiye ve delile dayalı ispattır. Bu hüküm iman etmeden önce de sonra da aynıdır, değişmez. Bu tarzda bir değerlendirme mantıklı olandır. Bir iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusunda yüzlerce, binlerce delil ve karşıt delil öne sürülebilir. O iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusundaki delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ve eşyanın varlığı ortaya çıkmış olur. Bunun aksi düşünülemez. O zaman burada ispat mesleğinin farklılığı ortaya çıkmış oluyor.
İKİ AŞIRI UÇ ORTASINDAKİ İSTİKAMET NOKTASI
Hadislerin (ve temelde muhtelif hadis rivayetlerinin farklı yorum ve çıkarımlarla yorumlanmasından ibaret olan mezheplerin) değerlendirilmesi konusunda ehl-i sünnet çizgisinin dışına çıkan ve “hadis/mezhep inkarcısı” olarak tanımlanan fikriyata sahip insanlar, genellikle Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da ortaya koyduğu ve islamî ilim tarzının da ortaya koyduğu aynı kabullerden başlıyorlar. Bunlar aynen doğrudur.
Mesela deniliyor ki, Kur’an’a, akla, fıtrata aykırı olanı kabul etmemek gerekiyor. Şimdi Üstad Bediüzzaman da Muhakemat’ta benzer bir usulden bahsediyor. Akıl ile nakil çatıştıklarında, akıl esas itibar alınır, nakil tevil edilir diyor. Tabi devamında “o akıl, akıl olsa gerek” diyor. İşte mesele bu.. Yani doğru yerden başlanıyor fakat yanlış bir akıl yürütmeyle sonlandırılıyor.
Bu temel yaklaşımda sorun yok. (hadisleri yerli yersiz kolayca inkar etmekte ve hadisleri hiçbir dinî hükmün kaynağı görmemek gerektiği gibi detaylarda büyük sorun var tabi) Ve bu doğru noktadan yanlış yerlere gidiliyor. Hadisleri inkar etmemek (manası akla, Kuran’a uygun görünmeyenleri), fakat kabul de etmemek ve tevil etmek gerekir. Yani ya bir tabiri, ya bir tevili veya tefsiri vardır denilenerek hadise (özellikle sahihse) ilişmemek tarzı, ehl-i sünnetin belirlediği Kur’an’a ve akla en uygun seçenektir.
Bununla birlikte, her hal ve şartta, özellikle herhangi bir yorum veya açıklamaya başvurulmadan sırf senedi sahih diye akla, Kuran’ın ve fıtrat gerçeklerine aykırı görünen bir hadise, özellikle aykırı görünen manasına zorla iman etmeye, amel etmeye çağırmak da aynı şekilde uygunsuz ve cahilce bir girişimdir, dine iyilik zannıyla fenalık etmektir. Üstadımız da böyle yapmamıştır ve gerek Muhakematta gerek pek çok yerde bu tarzı tenkid etmiştir. Manası bilinmediği için zahir (görünen) manalarının inkarcılara koz olduğunu, müminleri de sıkıntıya soktuğunu ifade edip böyle hadisleri tevil, tefsir, yorum yönüne gitmiştir.
Anlaşılan o ki, hadisleri değerlendirmekte temel sorun, çok noktada ehl-i sünnetin de kabul ettiği bazı ortak kabuller üzerinden yüründüğü halde, daha sonra yanlış yerlere varılmasında. Böyle bir yaklaşıma ise, toptan karşı çıkmak ve reddetmek akılcı, sonuç alınabilecek bir metod değildir. Eğer böyle yapılırsa ancak yöntem eksikliğimizi ve tahammülsüzlüğümüzü göstermiş ve bilmeden muhalif fikriyatın iddiaalarına kuvvet vermiş oluruz.
Demek oluyor ki, bu noktada yapılan yaklaşım yanlışlarının, doğru olan kısmını tasdik ve kabul ederek ve fakat yanlış olan kısmının ayrıca gösterilip inceleme altına alınarak, ikna edici gerekçeleriyle yanlışlıklarının gösterilip, yanlış olan yaklaşım tarzının islah edilmesi gerekiyor. Bahsettiğimiz bu yöntem ise aslında Risale-i Nur’da mükemmelen yapılmıştır.
Misal olarak hadislerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair 12 adet temel kaidenin yer aldığı kaynak bir metin vermek istiyoruz: (24.Söz, 3.Dal)
www.erisale.com/?locale=tr&bookId=1&pageNo=464#content.tr.1.456
İKİ AŞIRI UÇ ORTASINDAKİ İSTİKAMET NOKTASI
Netice itibariyle, din adına her türlü nakle (nasıl anlaşılması gerekeceği konusunda bir çıkarım, tevil yapmadan) sahip çıkmak ve dinden saymak ve kayıtsız şartsız kabul etmek de…
Dini (güya) koruyacağım diye bir kaç tane (belki manası anlaşılmamış ve yorum gerektiren, hikmeti bilinmemiş) akla ve mantığa zıt görünen rivayeti kolayca inkar etmek ve onlar vesilesiyle dinin temellerini teşkil eden hadislerin tamamını hüküm bina edilmez ve güvenilmez olarak göstererek, sadece bir tarih bilgisi veya hatıra önemsizliğine düşürmek de..
Aklı her şeyin üstünde görmek de..
Aklı arka plana alarak taklid ve taassuptan beslenmek de..
İki aşırı uç noktadır.. Bunların arasında istikamet noktasını tespit etmek lazım..
Aslında insanımızın islamî ilim kültür birikiminin ne derece ileri bir derinliğe sahip olduğundan habersiz olmasından yani alt yapılarının olmayışından istifade ederek, görünüşte kusurlu bir kaç tane hadisten örnek vererek, kocaman bir binayı kıymetsiz göstermeye veya binbir güçlükle binlerce muazzam alimin inanılmaz çabalarıyla inşa ettikleri (tedvin edilen) din sarayının yıkılıp yeniden yapılmasını teklif etmeye teşebbüs ve cüret etmek ve bunun insanlarımızın çoğu tarafından büyük bir tehlike ve yanlış olarak algılanmaması ne kadar hazindir…
Ah ahirzaman…. Hurafelerden temizlemek ayrı… Dinin temel kaynaklarını güvenilmez gösterip hüküm bina edilmez olarak lanse etmek apayrı… Eğer burada gerçekten bir art niyet ve suikast yoksa hakikatten ve istikametten çok ciddi bir sapma var demektir…
Tabi diğer taraftan İsrailiyatı usulüne (metodolojisine) ve hikâyatı akaidine (hikayeleri inanç esaslarına) ve mecazatı hakaikine (mecazi ve müteşabih ayet ve hadisleri gerçeklere) karıştırarak İslamiyetin kıymetini takdir edemediğimiz gerçeği de ortada değilmiş ve her şey mükemmelmiş ve hiçbir sorunumuz yokmuş gibi de davranmak ve bize gelen islami geleneğin ve birikimin %100’ünü sahiplenmeye ve müdafaa etmeye çalışmak da aynı derecede hazin ve gerçekçi olmayan uygunsuz bir yol… Arasını bulmamız lazım…..
Her şey mükemmel mi islam aleminde? Yolunda gitmeyen ve düzeltilmesi gereken hiçbir şey yok mu?
Taassup.. Taklid.. Şahıslara bağlılık ve onların dediklerini körü körüne kabul etmek.. Aklı esas almamak.. Vahyi bile anlarken aklı devre dışı bırakmamak gerekirken… Nerede kaldı ki hadisleri ve diğer İslami eserleri değerlendirirken koşulsuz bir teslimiyet istenip sırf görünen anlamlarıyla anlamaya çalışmak doğru olsun…
Tamam. Bazı insanlar hadisleri değerlendirirken netice olarak yanlış yerlere gidiyor. Ancak hiç gündeme (nedense) alınmayan çok önemli bir konu ortada duruyor.
Bundan bir asır önce Bediüzzaman’a Muhakemat’ı yazdıran ve adına saykal-ül İslamiyet (Saykal: cila) dedirten bir konu..
Akla, bilime ve düşünceye gereken önemin verilmemesi ve inançların taklid üzerinde şekillenmesi…
Evet böyle büyük bir sorunumuz var. Bunun üzerinde ayrıca durmak gerekiyor…
Bakınız Üstad Bediüzzaman ne diyor: İslamiyetin kabuğuna ve yüzeyde görünen kısmına odaklandık ve özünü terk ederek aldandık, onun hakkı olan hürmeti gösteremediğimizden o da bizden nefret ederek hayalların ve evhamların bulutlarıyla sarılıp saklandı diyor.
Hem diyor ki: Biz İsrailiyatı usulüne (metodolojisine) ve hikâyatı akaidine (hikayeleri inanç esaslarına) ve mecazatı hakaikine (mecazi ve müteşabih ayet ve hadisleri gerçeklere) karıştırarak kıymetini takdir edemedik.
Hem diyor ki: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye (mücadele etmeye, karşı koymaya) heyecan ve şecaate (cesarete, cürete) getiren…
Hem diyor ki: Sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard (yüzeysel ve şekilci bir şekilde bir metin üzerinde muhakemesiz bir surette kendine görünen dış anlamını esas alanların hatalı fikirlerini kovmak) ve asılsızlığını göstermek…